“Spinners Zuhal”, Türkiye’nin İlk Kadın Punk Grubu Spinners’ı Anlatıyor

Fotoğraflar: Erdem Bayrakçeken

Bir gün kardeşim, “Bak bakalım sevecek misin?” diye bir demo albüm dinletti: Spinners diye bir Türk punk grubunun ilk ve tek demosu Dig The Hole, Forget The Sun (1991). Kayıt kalitesi ne kadar kötüyse en az o kadar öfkeli, en az o kadar punk bir albüm! Nasıl sevmeyeyim?

Üstelik o da ne; meğer grubun vokali, ufaklığımdan beri tanıdığım aile dostumuz Zuhal Üneri’ymiş, bildiğimiz Zuhal abla! 90’ların başında rock ve punk çevrelerinde bulunmuşlar kendisini Zuhal Keçeci olarak tanıyacaklardır… ya da Spinners Zuhal.

Tamamı kadınlardan oluşan ilk Türk punk grubu olan Spinners’ın kurucusu ve vokali Zuhal abla bugün- tıpkı bir dönem Sceptic Age’de çalan eşi Sencer abi gibi- müzikten uzaklaşmış olsa da grubu Spinners ile bir dönem fırtına gibi esmiş, öyle ki yerli & yabancı punk çevrelerinde hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinmiş.

Spinners, çıkardığı tek demonun yanı sıra meşhur İngiliz punk grubu Crass’a saygı niteliğindeki You’ve Heard It All Before – Crass Covers Compilation (1993) plağına Crass’ın “So What?” şarkısıyla katılmış. Türk punk gruplarının şarkılarından oluşan Sevdasız Hayat Ölümdür (1994) plağında da “Lalala” şarkıları yer almış.

Bu hikâyeyi öğrendikten sonra Zuhal ablaya mikrofon uzatmamam mümkün mü! Dibimde bir kadın var; 80’lerin sonunda, daha gencecik bir kızken, Türkiye gibi muhafazakâr bir ülkede punk yapmaya cüret etmiş… Oturduk, uzun uzun konuştuk.

Buyurun, Spinners Zuhal ile Türkiye’de punk’tan Spinners’a, uzun ve keyifli bir sohbete!

 


 

Önce senin hayatınla başlayalım Zuhal abla. Nasıl başladın müzik yapmaya?

Küçüklükten beri içimde olan bir şey. Sanatın bir dalıyla mutlaka ilgilenmek istiyordum. Bunlar içinde tiyatro en ağırlıkta olanıydı bir süre. Epey bir çocuk oyununda sahne aldım, bunu her ne kadar ailem bilmese de… (Gülüyor) Biraz bastırılmış bir kişiliğim vardı ama içimde fırtınalar esiyordu. Sonra, üniversiteye başladığım yıllarda şimdi eşim olan Sencer ile tanıştım. Sencer’in müziği olan ilgisiyle benim içimdeki o fırtınalar, duyduğum o heyecan birleşince yolum müziğe döndü. Ama ilk etapta tiyatroyu düşünüyordum. Biraz o tipik, “Yollarımız ayrılmasın, ne yapıyorsak beraber yapalım,” durumu oldu. Böylece Sencer’le birlikte çalışmaya başladık. Zar zor para yetirip ilk gitarımı aldım.

İlk gitarın neydi?

Benim zaten bir tane gitarım oldu. Onu alana kadar stüdyodaki gitarlarla çalıyordum. Sonra halen sakladığım, Ibanez marka bir elektrogitarım oldu. Ondan önce ya stüdyodaki gitarlarla ya da arkadaşların gitarlarıyla çalışıyordum.

Şu konser fotoğrafındaki Gibson Les Paul ama galiba?

Erkut diye bir arkadaş vardı, onun gitarıydı o.

Böylece gitar çalmaya başladın…

Evet, böylece gitar çalmaya başladım. Ama biraz olaylı oldu! Ailem izin vermedi başta, karşı çıktılar ilk. Ay, seneler sonra bunu böyle anlatacağım hiç aklıma gelmezdi! (Gülüyor) Şöyle: Okul sonralarında stüdyoya giriyorduk biz. Bizim zamanımızda imkânlar feciydi. Çok az stüdyo vardı Ankara’da zaten, biz de en hesaplısına gidiyorduk. Şimdiki gibi değildi, çalışma alanı çok kısıtlıydı.

İşte, Sencer’le tanışana kadar müzik konusunda çok bir bilgim yoktu aslında. Ama bilgi gerekmiyor ki bunda, nasıl anlatayım, içinden gelen bir şey bu… Punk böyle bir şey. Özgür yaşaman gerekiyor bunu. Kalıpların, sınırların olmaması gerekiyor. Yazdığımız sözler de hep kural dışı şeylerdi.

Herkesin bir idolü vardır… Müzik yapmaya, şarkı söylemeye başladığında, “Ben şunun gibi olmak istiyorum,” dediğin kişi kimdi?

Örnek aldığımız grupların başında ilk Türk punk gruplarından Headbangers geliyordu. İsmail diye bir arkadaşımız kurmuştu onu. Bize de çok yardımcı oldular. Yabancı gruplardansa en çok dinlediğim Sex Pistols’tı tabii.

Ankara’da nerelerdi o zaman bu müziklerin merkezi?

Sakarya Caddesi’nde takılırdık genelde. Bizim konserlerimizse Graffiti’de olurdu genelde, Cinnah Caddesi’nde bir bardı Graffiti. Orada underground konserler olurdu zaten hep.

Spinners nasıl kuruldu peki?

Biz Sencer’le böyle ufak ufak başladık müzik yapmaya. Sencer’in hayali bir grup kurmaktı, sonradan Sceptic Age adı altında müzik yaptılar zaten. Ben de aynı hayali paylaşıyordum ama nasıl tamamı erkek gruplar varsa, tamamı kızlardan oluşan bir grup da olabilir diye düşünüyordum. Böylece arkadaş tavsiyeleriyle Demet ve Yasemin ile tanıştım. İlk Yasemin’e ulaşmıştım, o da beni Demet’le tanıştırmıştı.

Tanıştıktan sonra, “Hadi yapalım bu işi, bir başlayalım bakalım,” dedik. Başladık. İlk önce evlerde çalıştık. Tabii amfimiz falan yoktu, davul yerine de yastık kullanıyorduk. Sonra sonra para biriktirip stüdyolarda çalışmaya başladık.

Kadınlardan oluşan ilk Türk punk grubu diye anılıyorsunuz…

Biz başladığımızda Türkiye’de heavy metal yapanlar vardı. Daha pop işler yapanlar da vardı. Mesela Volvox böyleydi, onların belli bir tarzı yoktu. Müzikal açıdan pek sevmiyorduk açıkçası onları. (Gülüyor) Ama sevmiyorduk derken, onlar biraz daha piyasaya uygun müzik yapıyorlardı, bu yüzden… Ne tutuyorsa onu çalıyorlardı. Ama biz punk yapıyorduk. O dönem Türkiye’de punk dinleyicisi çok yoktu. Çok gürültülü geliyordu herhalde dinleyiciye.

Türk Rock Antolojisi

Punk bir müzik tarzından ibaret değil zaten, bir kültür aynı zamanda.

Evet, dediğin gibi, bir kültür. Onu yaşamak, içinde duymak gerekiyor. Bu yüzden biraz keskindi tavrımız. Hem bireysel hem de toplumsal öfkelerimiz vardı. Gördüğümüz baskılara, toplumsal adaletsizliğe, her şeye öfke duyuyorduk. Bunu müzik yaparak göstermek istedik.

Bu müzikle uğraşmanın ne gibi zorlukları oldu sizin için? Yani punk gibi Türkiye’de o dönem ilgilisi az bir tür, üstelik son derece aykırı bir kültür… ve sırf kadınlardan oluşan bir grup!

En büyük sıkıntı aileydi. Aile, hepimiz için ayrı bir sorundu. Belki bir saz ya da klasik gitar alıp çalsak kabullenebilirlerdi ama bizim yaptığımız onlara fazla geldi. (Gülüyor) Ben gene de anne ve babama doğruyu söylüyordum; gitar çaldığımı, bir grubumuz olduğunu, stüdyoya girip provalar yaptığımızı biliyorlardı. Ama diğer arkadaşlar durumlarını bir şekilde gizlediler, olduklarından farklı gösterdiler kendilerini. Bir açık verdikleri zaman da ailelerinin tepkisi, baskısı çok daha büyük oldu tabii.

Ankara içi konserlerimizde sorun çıkmıyordu ama Ankara dışındaki konserlerimizde bu durum epey başımızı ağrıttı. Gülhane Parkı’nda bir konserimiz olmuştu mesela, davulcumuz babasından izin alamadığı için gelememişti. Biz de M… grubu vardı, çok severdik, onlardan bir arkadaşı almıştık. Bir gece çalıştı bizimle, ertesi gün de Gülhane Parkı’nda konsere çıktık. “Davulcumuz hastalandığı için gelemedi,” diye bir bahane uydurduk tabii. (Gülüyor)

İlk konserinizi hatırlıyor musun?

Sahneden düşme tehlikesi atlatmıştım; çok hareketliydim, ayaklarım jaklara kablolara takılmıştı. (Gülüyor)

Yaşadığımız zorluklara dönersek… Bir de seyircilerin tepkisi vardı. “Ne oluyoruz!” olmuşlardı; bir grup kız gelmiş punk yapıyor!.. Birçok konserde ıslıklarla, yuhalamalarla karşılaştık. Ama bunları yapanlar bir sonraki konserimize de geliyorlardı. Aslında biz bu zorluğun üstüne giderek, ıslıklara ve yuhalamalara rağmen punk tavrımızdan hiç taviz vermeyerek kendimizi kabul ettirmeye başladık. “Bizim türümüz, tavrımız bu; isteyenler dinlesin, istemeyen gidebilir,” dedik.

Fakat şu da bir gerçek ki, yurtdışında olsaydık biz çok daha farklı bir yere gelebilirdik. Yurtiçinde hem imkânlarımız kısıtlıydı, hem aile baskısı vardı, hem toplum baskısı vardı..

Sizden sonra sırf kızlardan oluşan bir grup çıktı mı peki?

Ben müzikten uzaklaşana kadar yoktu, sonrasını bilmiyorum. Mutlaka çıkmıştır. Bizim dönemimizde biz vardık, bir de Volvox vardı işte. Ama dediğim gibi, onların müziği piyasanın daha rahat kabul edebileceği bir müzikti. Daha melodiklerdi. İnsanların dinlediği müziği yapıyorlardı, haliyle insanlar onları sevdi. Bizim müziğimizse insanların sevdiği bir müzik değildi. Halbuki güzel şeyler anlatan şarkılar söyledik. Gerek müziğiyle, gerek sözleriyle protest şarkılardı.

Sözler hep İngilizce ama. Neden İngilizce? Türkçe yapma niyetiniz de var mıydı?

Türkçe yapma niyetimiz vardı. Öyle birkaç girişimimiz oldu ama sonra, “Biz bu işin içinden çıkamayacağız,” dedik, vazgeçtik. Çünkü her konsere mutlaka polis geliyordu, illa iki sivil polisimiz oluyordu. (Gülüyor) Gelip sözleri dinliyorlardı. İngilizce söylediğimizde ne dediğimizi anlamadıklarından ne istersek söyleyebiliyorduk. Ama şimdiki aklım olsa Türkçede biraz daha diretirdim sanırım.

Gerçi bir de, bizim asıl dinleyici kitlemiz yurtdışındaydı. Demolarımızın çoğunu yurtdışına sattık biz. Öyle çok satıyorduk ki, geçimimizi sağlıyorduk.

Forget The Sun, Dig That Hole’den başka bir demo albüm yok değil mi?

Yok, birkaç plağa katkıda bulunduk ama.

Yurtdışıyla ilişkiniz ilk nasıl başladı?

Lük Haas ile başladı. Lük bir müzik dergisi yayınlıyordu, Headbangers aracılığıyla bize ulaştı ve bizimle bir röportaj yaptı. Tabii yurtdışında epey ilgi gördü bu röportaj. Neden? Çünkü Türkiye, Müslüman bir ülke… E kızlar, punk, nasıl oluyor bu iş! Merak ettiler. (Gülüyor) Böylece epey bir takipçimiz oldu yurtdışından. Hatta son dönemlerimizde bir Avrupa turnesi yapmayı planlıyorduk biz; pasaportlarımız bile çıkmıştı. Nerede kalacağımızdan tut da hangi şehirlerde kimlerle konser vereceğimize kadar her şey ayarlanmıştı. O turne bize Avrupa kapılarını açacaktı aslında, bizi çok farklı yerlere taşıyacaktı. Ama olmadı; bir hafta kala davulcum da basçım da beni bıraktı. Tek başıma kaldım. Ben de onlara sağlam bi’ küfredip, “Bir daha karşıma çıkmayın,” dedim. Halen de onları affetmiş değilim, hayatım tepetaklak oldu.

Peki, demoya gelelim biraz da. Ne zaman karar verdiniz bir demo hazırlama vaktinin geldiğine?

Şarkılar birikti, konserlerde de kalabalık olmasa da bir kemik dinleyici kitlemiz oluşmaya başlamıştı. “Neden biz de bir demo çıkarmayalım?” dedik. Tabii zor şartlarda yapılan kayıtlardı. İmkânlarımız kısıtlıydı. Forget The Sun, Dig That Hole çıktı ortaya. Yurtiçinde pek ilgi çekmedi, zaten beklemiyorduk da; ama söylediğim gibi, yurtdışından epey güzel dönüşler aldık. Röportaj yapanlar oldu, fanzinlerde yazılar çıktı, birçok mektup da geldi…

Demo macerası böyle. Demodan sonra da birkaç plağa katkıda bulunduk.

You’ve Heard It All – Crass Covers Compilation isimli Crass yorumları toplaması gibi…

Evet. Çıkardığımız demo yurtdışı punk çevrelerinde ilgi çekince bize de teklif ettiler çalmayı. Dünyanın çeşitli yerlerinden punk gruplarının Crass şarkılarını yorumladığı bir albümdü. Biz de “So What” şarkısını yorumladık. Hem müzik hem içerik olarak çok sevdiğim bir şarkıydı.

Bu plakta çalan diğer gruplarla iletişiminiz oldu mu daha sonra?

Birkaç tanesiyle yazışmalarımız oldu. Hatta kaset alışverişlerimiz olmuştu. Onlar bize kasetlerini göndermişlerdi, biz de onlara kasedimizi göndermiştik.

Bir de Türk punk toplaması çıkmış o dönem: Sevdasız Hayat Ölümdür. Onda da yer almışsınız.

Evet, onda da yer aldık. Lük’ün işiydi o, o hazırlamıştı. Fransa’da basıldı plak, 500 tane. Demo albümümüzün kapanış şarkısı “La La La” ile katıldık biz de. Bundan sonra Spinners yavaş yavaş sahneden çekildi.

Sen nasıl uzaklaştın müzikten peki?

Üniversite bitti, geçim derdi başladı… Yurtdışında olsak belki müziğimizle geçim sağlayabilirdik ama o dönemde Türkiye’de tutunmak için piyasa müziği yapmak lazımdı. Okurken bu sorun değildi ama okul bitince işten güçten vakit ayıramamaya başladım. Ha, başta büsbütün kopmadım; uzaktan takip ettim, hangi gruplar var, neler yapıyorlar falan… Ama sonra bir baktım, hayat almış uzaklara götürmüş beni. Yine de halen o zaman dinlediğim kimi grupları dinliyorum. Sex Pistols, Dead Kennedy’s, Ramones… Bunlardan hiç vazgeçmedim, vazgeçeceğimi de sanmıyorum.

Aslında bu uzak kaldığım dönemde de bazı teklifler geldi. Mesela üç dört yıl önce Kronik ve Kramp’tan Özer (Sarısakal) beni aradı, “Ben bir grup kuracağım, senin de grubun yok, solistlik yapar mısın?” dedi. Ben de o dönem epey heveslendim, şarkılarına çalıştım. Birkaç kere stüdyoya da girdik ama stüdyo Taksim’deydi, çünkü Anadolu yakasında oturan bir ben vardım. Haliyle benim oraya gitmem daha mantıklıydı ama işten çıkıp stüdyoya git, sonra gecenin bir yarısı eve dönüp sabah gene işe git… İnanılmaz yorucu geldi bana.

O zaman biraz spekülatif bir soru sorayım: Aklında Spinners’ı tekrar kurmak, müziğe dönmek var mı?

Bu müzik işi odun ateşi gibi; hani söndü sanırsın ama içten içe yanar ya… öyle. Sönmüyor. Açıkçası dönsem muhteşem bir şey olur. Aslında üç dört sene önce böyle bir niyetim de vardı. O zaman davulcu bir kadın arkadaş biliyordum, Kronik elemanlarının yardımıyla bulmuştum. Dönmeye kesin karar verseydim davulcum hazırdı yani. Basçı da bulunurdu zaten, asıl mesele davul çalan kız bulmak.

Peki, sona geldik. Benim sormayı çok sevdiğim bir soru var: Şimdi şurada Alaaddin’in cini olsa, dese ki, “Ey Zuhal! Ölü ya da diri, benden bir müzik insanı dile, onunla bir şarkı yapma ya da bir defa sahneye çıkma şansın olsun!” Bu kişi kim olurdu ve niçin?

Zor soruymuş. Erkin Koray’ı tercih ederdim sanırım ben. Geçmişte de kısa bir sohbetimiz olmuştu; İstanbul’da bir kafeye geleceğini duyup oraya gitmiştim. Daha grubu kurmamıştık biz. Yaklaşımını, hayat felsefesini çok beğeniyorum. Çok doğru şeyler aslında söyledikleri ve yaptıkları. Kızını okula göndermemiş mesela… Cüretkâr bir tavır.

Headbangers’tan İsmail ile bir şeyler yapmayı da isterdim.