İngiliz Blues’unun Mimarlarından Mike Vernon Anlatıyor
Merhaba! Dergi, plak ve koleksiyonculuk dergisi… Müziği mp3’ten, bilgisayar hoparlörlerinden dinleyen biri olarak tüm bu konularda devamsızlıktan sınıfta kalırım. Ama siz okuyucularla ortak noktalarımız çok olmalı diye düşünüyorum. Bunlardan biri 60’ların İngiliz blues’udur. Yani John Mayall, Fleetwood Mac, Ten Years After, Savoy Brown, Chicken Shack, Tony McPhee, Mick Taylor, Keef Hartley… Bu liste daha çok uzar. Bu listenin bu kadar uzamasında en çok kimin parmağı var? Mike Vernon’un tabii ki! 60’ların ortasında kurduğu Blue Horizon Records ile artık her biri dünyaca tanınmış, aklınıza gelebilecek neredeyse bütün İngiliz blues müzisyenlerini çaldıkları kulüplerden bulup albümler yapan Mike Vernon İngiltere’deki 50 yılı aşan blues geleneğinin en büyük sebeplerinden birincisi bana göre. Eric Clapton’lı meşhur John Mayall & The Bluesbreakers albümü, Eric Clapton’ın gidişi ile Peter Green’i piyasaya tanıtan bence o albüm kadar harika A Hard Road albümü, orijinal Fleetwood Mac… Bunlar bir müzik yapımcısının özgeçmişinde sık rastlanan başarılar olmasa gerek.
Kasım 1962’de Henüz 18 yaşındayken Decca Records’da ayak işlerine bakarak başlayan kariyerini 2000 yılına kadar aralıksız sürdürdü. O günden bu yana yapımcılığa tövbe etse de rahat duramadı ve son yıllarda Oli Brown, Dani Wilde, Laurence Jones gibi Y kuşağı bluescularını ortaya çıkardı. Emeklilik günlerinde taşındığı İspanya’da 70’lerde bir dönem sürdürdüğü müzisyenlik kariyerini Mike Vernon & Los Garcia ve zaman zaman İngiliz grubu The Mighty Combo ile devam ettiriyor ikinci baharında.
Blues tutkunu olduğu gençlik çağında Neil Slaven ile (ki o da aynı dönemde birçok önde gelen albümün yapımcılarındandır) çıkardıkları fanzin (R&B Monthly) onları kesmeyince Amerikalı blues sanatçıların 45’liklerini çıkardıkları Blue Horizon ile müzik yapımcılığına başladı.
Ben de Mike Vernon ile internet vesilesi ile temas kurup kah email ile kah chat yaparak bu ülkenin azılı bluescularına, plak delilerine özel bir röportaj yaptım. Keyifli okumalar!
Decca kariyerinizin başlangıcı olan firmaydı. İlk defa müzik endrüstrisiyle tanıştığınız, ilişkilerinizi geliştirdiğiniz yerdi. İlk yıllarınız nasıldı? İlk yıllarınızda size yol gösterenler kimdi?
Kasım 1962’de Decca plakçılık firmasında işe başladığımda sanatçı ve repertuar bölümü başkanı Frank Lee’ydi. Genel Müdürlük, Güneydoğu Londra’daki Lambeth mahallesinde, 9 Albert Embankment adresindeydi. Bina hala ayakta ama Decca orada değil artık… Bay Lee’nin kişisel yardımcısı oldum ben. Fakat tek başıma değildim. Nihayetinde hepimiz stajyerdik, şöyle düşünebilirsiniz; bizlere müzik endüstrisinin nasıl çalıştığını öğrenme fırsatı verilmişti. Tab,i ki kendi adıma böyle düşünüyorum. Başlangıçta getir götür işlerini görüyordum. Kuzey Londra’daki West Hampstead’deki stüdyolarda Bay Lee’ye çay – kahve yapmak, evrak taşımak falan. Görevlerimi Lee’nin kişisel yardımcısı Bayan Evelyn Plunkett’dan alırdım. Lee 1964’de emekli olunca yerini Hugh Mendl aldı. İlk olarak yardımcı prodüktör, sonraları da kendi projelerinden baştan sona sorumlu olan tam donanımlı ve yetkili yapımcı oldum.
60’larda Avrupa, özellikle Birleşik Krallık, siyahi Amerikan müzisyenler için huzurlu topraklar oldu. Onları Avrupa’ya getiren neydi? Daha iyi kazanç? Daha fazla saygı, hürmet?
Doğru diyorsun, genel olarak Avrupa 60’larda siyahi Amerikan blues ve caz müzisyenleri için bir çeşit cennetti. Almanya’daki Lipmann & Rau sanatçı ajansı her yıl seri halde Amerikan folk & blues festivalleri düzenlerdi. Birçok Avrupa ülkesini turlarlardı. Big Joe Williams, Otis Spann, Muddy Waters, Curtis Jones, Memphis Slim, John Henry Barbee, T-Bone Walker, Otis Rush, Sonny Boy Williamson, Roosevelt Sykes gibi sonunu getiremeyeceğim bir çok sanatçıyı izleme şansı elde ederdik. Bu icracıların büyük bir çoğunluğu bilhassa Birleşik Krallık, Almanya, Fransa gibi ülkelerdeki “Avrupa” yaşam tarzını severlerdi. Bu arada İskandinavya da oldukça popülerdi. Mesela Eddie Boyd, Fin bir kadınla tanışıp evlendi ve hayatının sonuna kadar Avrupa’da yaşadı. Curtis Jones aynı şekilde Birleşik Krallık’taydı. Sonra Fransa’ya ve oradan da Fas’a geçti. Memphis Slim ve Mae Mercer bir süre Paris’te yaşadılar. Champion Jack Dupree, İngiltere’nin kuzeyindeki Halifax’da evlendi ve buraya yerleşti. 60’ların Amerika’sına nazaran burada onlar için iyi para ödenen iş imkanları ve saygı vardı. Günlük yaşam da daha konforlu ve çok daha iyiydi bir siyahi için.
Hatıralarınızı veya otobiyografinizi yazmayı planlıyor musunuz?
Uzun zamandır planlarımın bir parçası da buydu fakat vakit olmamıştı. Belki gelecekte buna odaklanabilirim ama şu sıralar hayatta başka şeylerden zevk alıyorum. Üç tane torunum, yeni eşim (Dört yıl önce eşimi göğüs kanserinden kaybettikten beri ilk) ve bir vokalist olarak yeni bir kariyerim var. Mighty Combo isminde bir grubum var. Bunun da ötesinde resmen ve nihayet artık plak yapımcılığından emekli oldum. Sadece kendi albümümü yaparken bu işlere bakıyorum. Ailemle ve şimdiki eşimle rahat vakit geçirmekten hoşlanıyorum. (Ailem Birleşik Krallık’ta, ben ve eşim ise Endülüs, İspanya’da yaşıyorum) Ve artık ancak televizyonda sevgili klübüm Crystal Palace’ın futbol maçlarını seyretmeyi seviyorum!
Blue Horizon, 1967-71 arasında CBS.’e ait 60’tan fazla 45’lik, 100’e yakın albüm yayınladı. Nasıl bir tempoydu bu? Stüdyoda ve ofislerde yatıp kalkmışsınızdır herhalde?
Blue Horizon 1967’dan 1969/70’deki Polydor tarafından alınana kadar CBS (şimdiki Sony) tarafından dağıtılıyordu. 1971’de onlar tarafından bu label’a son verildi. Blue Horizon, Purdah ve Outa-Site ile beraber küçük bir fanzin olarak doğmuş, CBS’in yardımları ile ilerlemiş ve gelişmişti. Label’ın yayınladığı tüm plakların yapımcılığını ben yapmıyordum ama ismimin yapımcı olarak yer almadığı neredeyse hiçbir plak da yayınlanmadı. Hatırladığım kadarıyla Duster Bennett kendi işlerinden oluşan bir albümün bir bölümü ve bir 45’lik için yapımcılık yapmıştı. Danny Kirwan (Fleetwood Mac) da Christine Perfect’in (Chicken Shack, Fleetwod Mac) “When You Say”inin yapımcılığını yapmıştı.
O periyotta stüdyolardan neredeyse hiç çıkmıyordum. Londra, New York, Los Angeles, Memphis, Baton Rouge… hiç durmadım! Ve bu arada Decca ve London şirketleri için de serbest yapımcı olarak çalışıyordum. Gerçekten bu hengameden nasıl sağsalim kurtuldum bilemiyorum. Pek içki ve sigara müptelası değilimdir. Uyuşturucu ha keza. Tamam, bir defa denemiştim ama anında bırakmıştım. Müzik yapmak ve yaratmak benim asıl uyuşturucum olsa gerek!
“Nerede kim çalıyor, yeni çıkan gruplar kimler gibi şeyleri kulaktan kulağa öğrenebiliyordunuz. Ben de kulüplere bizzat giderek kendimi bilinir kılınıyordum. Böylece yeni bir grup çıktığında bu bilgi akışına dahil olduğumdan hemen haberim oluyordu. Ayrıca blues piyasasındaki yegane yapımcı da bendim. Doğru zamanda doğru yerde olmak tabirinin mükemmel örneği!”
Peter Green, Mick Fleetwood, Tony McPhee, Stan Webb, Kim Simmonds gibi yapımcılığını yaptığınız müzisyenlerle aynı nesildensiniz. Müzisyenlerle nasıl kontak kuruyordunuz? Çaldığı klüplerden, ortamlardan mı? Yoksa onlar mı sizinle temas kuruyorlardı çıkardığınız R&B Monthly dergisinden dolayı?
Sadece büyük bir blues fanatiği değildim, aynı zamanda kulüpleri takip edenlerdendim. İlk önceleri, ta R&B Monthly zamanlarında, Richmond’daki The Crawdaddy Club’a takılırdım. The Yardbirds’ü seyretmek için Surrey’e, Alexis Korner Blues Incorporated ve Amerikalı bluescuları seyretmek için The Marquee’ye giderdim. The 100 Club da İngiliz blues patlamasının kalelerindendi. Londra ve banliyölerinde bunlar gibi birçok irili ufaklı kulüp vardı. Londra’dan dışarı çıktığınızda da yerel grupları destekleyen birçok benzer kulüp bulabilirdiniz.
Ayrıca nerede kim çalıyor, yeni çıkan gruplar kimler gibi şeyleri kulaktan kulağa öğrenebiliyordunuz. Ben de kulüplere bizzat giderek kendimi bilinir kılınıyordum. Böylece yeni bir grup çıktığında bu bilgi akışına dahil olduğumdan hemen haberim oluyordu. Ayrıca blues piyasasındaki yegane yapımcı da bendim. Doğru zamanda doğru yerde olmak tabirinin mükemmel örneği!
İlk 45’likleriniz çoğunlukla Amerikan bluescularının (J.B. Lenore, Champion Jack Dupree, Hubert Sumlin Eddie Boyd) geleneksel stillerinin örnekleriydi. Sonraları, bugün İngiliz bluesu denen şeyi şekillendirdiniz. Peter Green, Eric Clapton, Alvin Lee, Stan Webb gibi harika müzisyenlerden oluşan bir elektrikli gitarcı kuşağı işinizi kolaylaştırdı tabii ki. 60’lar, “Times They Are A-Changin'” şarkısındaki gibi, değişim zamanları mıydı? Sizin de içinde bulunduğunuz genç müzik dinleyicileri ve müzisyenleri popüler müziği şiddetli bir şekilde farklı bir yöne sürükledi mi? İnanıyorum ki bu büyük değişimin etkileri günümüz müziğinde hâlâ görülüyor. Bu konuda ne söylersiniz?
Blue Horizon olarak ABD’li sanatçıların 45’liklerini ayrıca yayınlıyorduk. Bunlar şimdilerde çok özel ve değer verilen işler olarak kabul ediliyor ki bence de öyleydiler. Bu 45’liklerde İngiliz müzisyenler yer alırdı. Mayall/Clapton, Jo-Ann Kelly, Savoy Brown Blues Band, Stone’s Masonry ve Peter Green’s Fleetwood Mac dönemin kemik blues hayranları için yapılmış çok özel yapımlardı.
Fakat sözde blues patlaması olarak nitelendirilen bu dönem daha emekleme aşamasındaydı kanımca. O dönem Alexis Korner Rolling Stones, Cyril Davis de The Yardbirds ile sahneye çıkıyorlardı. Graham Bond ve Art Wood da ön plandaki diğer gruplardı. Ne zaman ki Eric Clapton The Yardbirds’ten ayrılıp John Mayall & The Bluesbreakers’a dahil oldu, blues patlaması denen dönem esas o zaman başladı. Bir yıldan kısa sürede İngiliz blues’u en büyük zamanlarını yaşamaya başladı. Mayall albümleri satış rekorları kırıyordu. Sonradan McVie, Fleetwod ve Green’in Jeremy’i (Spencer) ve Danny Kirwan’ı yanlarına alarak Fleetwood Mac’i şekillendirip yeri göğü inletmesi ile müzik piyasası blues müziği dikkate almaya başladı.
Blue Horizon ben ve kardeşim Richard tarafından yürütülüyordu. Blues patlamasının en önde gelen figürleriydik. Yaptığımız bazı güzel aksiyonlar kulüp ortamlarında çok popüler oldu. Chicken Shack mesela. Duster Bennett keza. Aynsley Dunbar’s Reteliation ile yine o günlerde çalışmaya başladık ama o çok iş yapmadı. Bahsettiğim gibi, serbest olarak Decca’ya da çalışıyordum. Ten Years After ve Savoy Brown’ın plak sözleşmesi yapmasına ön ayak oldum. John Mayall Decca’ya, oradan da Polydor’a gidene kadar çalıştım. Şüphesiz ki Blue Horizon ve yapımcı olarak ben, dönemin popüler müziğini şekillendirdik. “Albatross”, “Need Your Love So Bad”, “Man Of The World” (Bu bizim tarafımızdan kaydedilmiş ve parası ödenmiş olmasına rağmen Immediate tarafından yayınlanmıştır) gibi çok çok başarılı 45likler yayınladık. Tabi ki Cream, Hendrix ve bazı işleriyle The Rolling Stones bu dönemin mimarlarıdır.
Daha iyi sesler elde etmek ve bunları kaydetmek için o yıllarda hangi teknikleri kullanıyordunuz?
Grupları kaydederken birkaç farklı teknik kullanırdım. Örneğin Purdah’tan çıkan Mayall/Clapton 45’liği tek bir mikrofon tarafından kaydedilmiştir. Fleetwood Mac’in Mr. Wonderful seanslarında ise ambians mikrofonlarını tavandan sarkıtarak daha geniş bir ses resmi çizdik. Stüdyoların büyüklüğüne ve hacmine göre aynı set-up’ı ikinci bir kez kullanma imkanı olmayabiliyordu. Her stüdyoda en iyi teknisyenler ile çalışacak kadar da şanslıydım. Ses teknisyenleri çalıştığı stüdyonun imkanlarını, avantaj ve dezavantajlarını bilirlerdi. Bu sebeple beni kayıtlarda nelerin sınırlayacağını, ne imkanlar sunabileceklerini önceden konuşur bir plan yapardık.
CBS’te Mike Trevor ile çalışırdım. Decca’da Gus Dudgeon ve sonraki yıllarda ise Derek Varnals ve David Grinstead ile çalıştım.
Ne tür bir yapımcıydınız? İçlerindeki sanatı ve ilhamı dışarı çıkarmak için üzerlerinde baskı kurarak mı yoksa onları rahat bırakarak mı başarı elde edeceğinizi düşünürdünüz?
Sanatçılardan verebileceklerinin en iyisini almak isteyen bir yapımcıydım. Mutlu bir çalışma ortamınız varsa iyi çalışır, güzel sonuçlar alırsınız. Herşeyi doğal akışında devam ettirmeye, büyük çatışmalardan kaçınmaya çalışırdım. Teknik, müzikal veya manevi olarak sanatçıyı rahatlatacak çözümler bulmak zorundasınız. Böyle yapınca da her zaman iyi sonuçlar aldığımı hatırlıyorum.
2000’lerin başında İspanya’ya yerleşip emekli oldunuz ama bir kaç yıl geçmeden yeni yapımlar için yapımcılığa geri döndünüz. Laurence Jones, Oli Brown, Dani Wilde… İngiliz bluesu’nun Y jenerasyonu. 60’lardaki blues patlaması ile modern İngiliz blues’u arasında ne fark var?
Piyasadaki en büyük fark kayıt endüstrisi tarafında. Dijital zamanlardayız. Bu durumu kabullenmek lazım. Buna karşı savaşıp hayatı zorlaştırmak bence anlamsız. Bu demek değildir ki artık analog ortamda kayıt yapılmaz. Tabi ki yapılabilir ve hâlâ eski usül çalışan stüdyolar var. Aynı zamanda analog teyp kayıt cihazları olan dijital stüdyolar da var. Hangi tür kayıt yapacağınız çoğunlukla bütçeniz ile alakalı. Ve de ses, sound açısından duruşunuza, bakış açınıza hangi yaklaşımın uyduğuyla… Hayatımın büyük çoğunluğu analog, çok-kanallı kayıt üzerine geçti. Şimdi geriye dönüp, dijital olanaklara sırtımı dönerek geleneksel kayıt tekniklerine körü körüne bağlı kalamam artık. Fakat birçok blues yapımcısı hâlâ analog sistemlerde ısrarcı. Onlara geçekten büyük hayranlık duyuyorum. Onlar için bu yöntem işliyor olabilir fakat ben geçmişe onlar gibi bağlı değilim. Belki onlar gibi hissetmem gerekir ama dijital sistemlerde çok fazla seçenek ve özgürlük var. Bu aynı zamanda bir dereceye kadar stüdyonun olanakları, ses teknisyeninin analog cihazlara ya da dijital zamazingolara ne derece yatkın olduğu ile alakalı. Nihayetinde her iki tarzla aynı anda kayıt da mümkün. Tüplü amfiler, dijital kompresörler aynı anda kullanılabilir elbette. Herkes bir yolunu bulur, imkan çok.
Asıl soruna dönecek olursak; Günümüzde blues müzik 60’ların sonu, 70’lerin başındakine göre daha çok rock içermekte. O zamanlar blues-rock terimi mevcut değildi. Aynı şekilde British blues, psychedelic, progressive gibi sınıflandırma terimleri yoktu. Şu anda icra edilen müziklerde blues daha yoğun ise blues, diğer şekilde de rock diye adlandırılıyor. Bir taraf çok daha baskın oluyor. Artık müziğe gerçek hüviyetini veren nüanslar fark edilemeyecek kadar az. Bu bence çok utanç verici. Powerhouse trio formatı her yere hakim şu an. Bu ait olduğum, kendime yakın bulduğum bir şey değil. Kesinlikle eski kafalıyım ve bunun için özür dileyecek de değilim.
Freddie King’in son iki albümünün yapımcısısınız. Naçizane fikrim son iki albümü aynı zamanda en iyi iki albümü. Albümü, Amerikalı RSO için hepsi yıldız İngiliz müzisyenlerle (Steve Ferrone, Bobby Tench, Olympic Runners’tan dostlarınız, Brian Auger, Eric Clapton) kaydettiniz. Albümdeki düzenlemeler ve icralar birinci sınıf. Burglar‘ın soundunu belirlerken kim en büyük yardımcınız oldu? Gonzalez’den klavyeci Roy Davies mi?
Kesin konuşmak gerekirse ben RSO için sadece ilk albüm Burglar‘ı kaydettim. İkinci albüm Larger Than Life, Burglar seanslarından kalanlar, benim dahil olmadığım farklı kayıtlar ve Los Angeles’ta kaydedilen birkaç ekstra kayıtla kotarıldı. Bu arada Burglar‘da Tom Dowd’un Florida’da Eric Clapton ile yaptığı bir kayıt vardı.
Gonzalez o zamanlar Londra’da Amerikan tarzı (soul/funk, R&B) müzik yapan harika bir gruptu ve ben büyük hayranlarıydım. Kadroları (Bobby Tench, Glen LeFleur, DeLisle Harper, Mick Eve, Roy Davies, Steve Gregory, Robert Ahwai and Steve Ferrone) dediğin gibi tam bir yıldızlar geçidiydi. Harika vokalistlerin (Bobby Tench, George Chandler, Lenny Zakatek, Linda Taylor) bulunduğu bir yetenek havuzları da vardı. Bu kadroya blues/soul tarzı yapımlarda kullandığım piyanist Pete Wingfield’ı da dahil ettim. Pete, Jellybread’in lideriydi. Jellybread, Blue Horizon’da ilk imza attığım gruplardandı. Şarkıları RSO’nun Londra’daki A&R (Artist & Repertoire) yöneticisi ile beraber çalışarak seçtik. Freddie’nin kaydedilmiş bütün kataloğunu dinleyerek şarkıların hangisini seçip hangisini seçmeyeceğimizi anlamaya çalıştık. RSO’dan talep Chris Youle aracılığı ile gelmişti. Sadece blues dinleyicisine değil, ABD’deki Afro-Amerikan kitlesi için güçlü blues hissiyatının yanında soul ve funk düzenlemeler içeren bir şey amaçlıyorlardı. Bu formülü yakalamak hiç problem olmadı benim için. Ama gerçeği söylemek gerekirse güçlü bir repertuarı oluşturmak bayağı bir vaktimi aldı. Howard Tate’in 1972 albümünde, aradığım gibi bir dolu şarkı vardı. Özellikle “She’s A Burglar” tam isabetti. Don Covay da hedefimdeki bir başka besteciydi. Aynı zamanda General Johnson da. 60’ların New Orleans’lı doo wop grubu The Showmen’in lideriydi. Sonradan Chairmen Of The Board ile daha da ünlü oldu. Bu arada ben de albüm için Pete Wingfield ve Rick Hayward ile bir kaç şarkı yazdım. Bir de bunların üzerine Bobby Tench, Roy Davies ve Pete’in yoğun olarak yer aldığı seanslarda sıkı enstrümental parçalar çıkardık. Kayıtlar gerçekten çok yaratıcıydı. Herkes kendi partisyonunu mükemmel ica ediyordu. Steve Ferrone’un kadroda olması büyük avantajdı. Gerçekten inanılmaz bir davulcuydu. Freddie, Steve’in her çaldığını her hücresine kadar çok beğeniyor ve coşuyordu.
Gonzalez’in albümde çalması benim fikrimdi. Ve bu albümün başarılı olmasındaki en büyük etkendi Ne yazık ki Freddie ve Gonzalez turneye çıkamadılar. Çıksalar harika olurdu. Sence de öyle değil mi?
Hangi albümlerinizden gurur duyuyorsunuz? Beano albümü sayılmaz, onun dışında beş tane daha isterim! Beano‘dan sonraki ilk beş lütfen…
Kişisel ilk beşim… Cevabı zor. Tabii ki John Mayall & The Bluesbreakers with Eric Clapton’dan Beano (1966) ilk sırada ama madem o hariç, sıralama yapmadan beş tane daha söylüyorum! Aslında daha da fazla albümden bahsedebilirim fakat bunlar söz konusu müzisyenlerin benim tarafımdan yakalanmış en iyi zamanları… Buyurun!
Otis Spann – The Blues Of Otis Spann (1964)
Decca – 12” LP, 33 Devir
Muddy Waters, Ransom Knowling, Little Willie “Big Eyes”Smith ve gencecik Eric Clapton’ın olduğu muhteşem albüm!
Otis Spann & Fleetwood Mac – Biggest Thing Since Colossus (1969)
Blue Horizon – 12” LP, 33 Devir
Kadro şöyleydi: Peter Green, Danny Kirwan, John McVie, S.P. Leary. Danny Kirwan ve Peter Green bana göre en güzel sololarını bu albümde kaydetmişti.
Freddie King – Burglar (1974)
RSO – 12” LP, 33 Devir
Gonzalez ana kadroyu oluşturuyordu. Müthiş bir zamanlamaydı!
Level 42 – In Pursuit Of Accidents (1982)
Polydor – 12” LP, 33 Devir
Sari Schorr – A Force Of Nature (2016)
Manhaton Records – 12” LP, 33 Devir
Innes Sibun, Oli Brown ve diğer gerçekten harika müzisyenlerle kaydedildi.
Rakipleriniz tarafından yayınlanmış albümler arasında “Keşke ben yayınlasaydım!” diyebilecekleriniz hangileri?
Albüm değilse de isim verebilirim. Blue Horizon’da olmasını istediğim tek sanatçı Johnny Winter’dı. 1968’de Blues Experiment albümünü bize önerdiğinde anlaşmaya çok yakındık. Ama CBS reddedemeyeceği bir teklifle bizi ekarte etti. Ama bu da bilinsin ki onu ilk keşfeden bendim. Bir de Magic Sam (Maghett) ile anlaşmaya çok yakındık, kayıtları yapacaktık ki Stax dahil oldu… Sonrasında da maalesef Sam vefat etti. Bu iki güzel fırsat dışında başka bir pişmanlığım yok. Hayatta her şeyi elde edemezsiniz.
Cover parçalar yeni çıkan sanatçılar için çok kullanılan bir seçim ve kendini yerleşik müzikal zevklere ispatlamak için iyi bir tercih. Bu konudaki yaklaşımınız nedir?
Cover parçalar yeni sanatçıların radyolarda yer alabilmesi için önemli olabilir fakat hangi parçanın seçileceği prodüksiyonun en zor tarafıdır. Benim bu konuda bariz bir yolum, formülüm yok. Ama genel tavrım orijinal parçadan farklı, ayrıksı bir yorum, düzenleme olmasıdır. Mesela Sari Schorr’un The Supremes parçası “Stop In The Name Of Love”ın slow blues/rock balad yorumu çok iyi tepkiler aldı. Aynı şekilde Leadbelly’nin “Black Betty” icrası geçen sene radyolarda fırtına gibi esti. Bu yeni bir sanatçının istediği bir farkındalık. Ama işin doğrusu nedir derseniz tabii ki yeni bir sanatçının kendi parçaları ile farkındalık yaratmasıdır. Kendini o şekilde var edebilir ancak ve ancak.
70’lerin ikinci yarısında yetenekli stüdyo müzisyenlerini yanınıza alarak The Olympic Runners’ı kurdunuz. Tesadüf eseri oluşan bu oluşum funk ve caz-rock’ın altın yıllarında gayet başarılı oldu değil mi?
The Olympic Runners bir şanssızlık sonucu meydana geldi diyebilirim. Barnes, Güney
Londra’daki Olympic stüdyolarında Chicagolu bluescu Jimmy Dawkins’in albümünün kaydı için Reg Isidore (davul), DeLisle Harper (bas), Joe Jammer (gitar) ve Pete Wingfield (klavye) ile sözleşmiştik. Jimmy Dawkins’in uçağı ilk gün için gecikince stüdyoda kendi kendimize kayıt yaptık. Ritimciler kıyak ve funky bir riff kombinasyonu üzerine çalıştı. Bu arada bu adamları bir blues kaydı için bir araya getirdiğimi unutmadan okuyun… Sonrasında, bunun üzerine gitarist Joe çok yaratıcı bir riff oturttu. Bu materyal ile belirli zaman prova yapıp, çalıştılar. The Meters tarzı güçlü enstrümantel bir parça haline kadar jam session olmuştu. Bunu kaydettik. Dawkins gelene kadar birkaç parça fikri daha çıktı ortaya. Grubun ismi Joe’nun fikriydi. Olympic stüdyolarındaydık ve albümü bitirmek için koştur kovala çalışıyorduk, mantıklı değil mi? İki gün sonra bu enstrümental jam’leri London Records’un New York’taki A&R departmanına götürüp onlara çaldım. Çok beğendiler. Yine Londra’ya dönüp albümü oluşturacak kayıtları Londra’da Chipping Norton’daki stüdyomda kaydettik.
“Orijinal Fleetwood Mac sahnede sansasyoneldi. Ama diyebilirim ki çalıştığım gruplar arasında sahnede en iyi olanlar Hollandalı Focus’tu.”
Birlikte çalışmaktan hoşlandığınız stüdyo müzisyenleri kimlerdi? Her bir enstrüman için isim verebilir misiniz?
70’lerde bir numaralıı klavyecim Pete Wingfield’dı. Gitar için çoğunlukla Chicago’lu Joe Jammer’ı kullanırdım ama Robert Ahwai de hoşuma giden bir diğer gitarcıydı. Basçı DeLisle Harper, davulcu Glen LeFleur ilk aradığım ritimcilerdi. Tabii ki birçok kaliteli müzisyenle çalıştım zaman ve mekan farklılıkları nedeniyle. Ama bu adamlar çok uyumlu ve yaratıcıydılar. Saksofon ihtiyacında Georgie Fame & The Blue Flames’den Steve Gregory. Dikkat edersen, Wingfield dışındakilerin hepsi bir şekilde Gonzalez’e dahil olmuş müzisyenler. Ne gruptu ama!
Peki canlı performanslarını beğendiğiniz grup ya da solo sanatçılar?
Orijinal Fleetwood Mac sahnede sansasyoneldi. Ama diyebilirim ki çalıştığım gruplar arasında sahnede en iyi olanlar Hollandalı Focus’tu. Solo sanatçı için tek bir isim veremem, ruh halime göre değişir çoğunlukla.
Memleketiniz İngiltere’deki işlerinizin yanı sıra kıta Avrupası’nda Hollanda’dan Kazimierz Lux (eski Brainbox vokalisti), Focus, Livin’ Blues; Amerikalı gruplar Bloodstone, Key Largo, Bacon Fat ile farklı ülkelerin pazarları için de çalıştınız. Her bir müzik piyasası için farklı bir formülünüz var mıydı? Farklı ülkelerdeki müzisyenlerin kafa yapıları farklı mı oluyordu? Müzik piyasalarının farklı işleyişleri, kendilerine ait farklı kuralları?..
Herhangi bir gruba kendi memleketlerinde başarı sağlaması özel bir reçete hazırlamadım. Her zaman plak şirketi ve menajerin ne amaçladığını, ne istediğini bilmek önemlidir. Bir yapımcı için plak yapmak genellikle meşk işidir. Kendiniz bir üretim formatı ortaya koyarsınız ama yaklaşımınız her ne ise sanatçıların yaratıcıklarının bir nehir gibi akmasını engellememelidir. Yapımlarımın büyük bir çoğunluğu Anglo-Amerikan işlerdi. Benim seçimim böyle oldu çoğunlukla. İskandinav ve Flaman sanatçılarla yaptığım işlerde bazı önemli dil ve iletişim sorunları dışında farklı bir şey yaşamadım. Ancak bir iki kere tercümana ihtiyacım oldu. Müzik evrensel; lisan ve tüm mesafeleri bariyerleri aşmanıza yardım ediyor.
Kafa yapısı? Bu da başka bir hikaye… Çoğunlukla blues, rhythm & blues tarzı işlerdi benim mecram ama bazen Amerikan tarzı pop, disco/funk, soul işleri de yaptım. Amerikalı sanatçılarla çalışmak nazik iştir. Dik kafalı olabiliyorlar. Edwin Starr bunlardan biriydi. Fakat bazen biraz diplomasi, bazen sert konuşmak günü kurtarabiliyordu. Tecrübelerinize göre hangisinin para edeceğine karar verebilirsiniz!
Yapımcılığınızın dışında bir de şarkıcılık kariyeriniz var. Yıllar boyunca farklı müzikal tarzlar, farklı müzik topluluklarıyla sahnelere çıktınız. İlk deneyiminiz, solo albümlerinizle blues-rock tarzı idi. Sonrasında 70’lerin ikinci yarısında daha önceki cevaplarınızda bahsettiğiniz gibi funk/disco projesi The Olympic Runners. 80’lerin başında retro-doo-wop grubu Rocky Sharpe & The Replays ve son yıllarda ise Mighty Combo ile eski blues standartlarını yorumluyorsunuz. Size en uygun müzik hangisi?
Dikkat edersen daha önceki şarkıcılık teşebbüslerim biraz karışık işlerdi ve çok da başarılı olmadı. İlk iki solo albümüm (ilki Blue Horizon etiketiyle, diğeri Sire) ticari olarak başarılı değildi. Blue Horizon albümü kızgınlıkla, öfke ve hayal kırıklıklarımın olduğu bir süreçte çıkarılmıştı. Ne vokal performansımdan ne şarkılardan ne de ses kalitesinden mutluydum. Polydor’un Londra’nın merkezindeki Stanhope’daki küçük demo stüdyosunda kaydedilmişti. Stüdyonun kalitesinden memnun değildim. Hâlâ da değilim! Bu albümü hiç bir zaman dinlemem ve hiçbir zaman bahsini açmam. Albümün mazur göreceğim yegâne güzelliği Paul Kossoff ve Rory Gallagher’in bu albümde çalmasını sağlamış olmamdır. Aradan bu kadar zaman geçti ancak sinirim geçti de üzerine düşünebiliyorum.
İkinci albümü Chipping Norton’da kendim kaydettim. Bunda da çok fazla söyleyecek bir şey yok. Albümde birçok tanınmış isim ve bazı enteresan fikirler vardı. İlk albüm gibi bunda da tüm şarkılar bana aitti. Vokaller bu sefer daha iyiydi ama yine tatmin edici değildi. Zamanında baya içime sinmişti ama şimdi bakınca çok modası geçmiş geliyor. Bu albüm de üzerine konuşmak istediğim bir şey değil.
Olympic Runners’daki vokallerime gelince… Bunlar daha çok vokal grubu içerisinde yer alan şeylerdi. Amerikalı vokalist George Chandler ve kankam Pete Wingfield ile beraber söyledik. Birkaç parçada vokal yapmama rağmen asıl vokalistler Pete ve George’du. “Wooden Head” bunlardan biri. The Stylistic tarzı soul baladdı. Şarkının tam adı bu muydu? Uzun zamandır eskileri dinlemiyorum. Rocky Sharpe & The Replays uzunca bir süre yer aldığım, çok eğlendiğim bir işti. Bütün plaklarını ben yaptım. Bazı büyük hitler yaptık beraber; “Rama Lama Ding Dong”, “Shout! Shout! (Knock Yourself Out!)” içlerinde en bilinenleri sanırım. Pete, “Rama Lama Ding Dong”un bariton ana vokallerini söylemişti. Aynı zamanlarda kendi parçası “Eighteen With A Bullet” ile biraz tanınmaya başlamıştı. Tam kendi şarkısının tanıtımını yaptığı sıralarda TV şovlarında bizimle gözükmek istemedi. Hiç düşünmeden vokalleri ben üstlenmeye karar verdim. Sonrasında 2 sene daha grupla kaldım. Her zaman vokal gruplarından, doo-wop tarzı işlerden hoşlanırdım. Grupta bariton vokalleri üstlenmek mantıklı geldi. Sanırım başarılı da oldum. Ve daha önce yaptığım tüm vokallerden daha çok içime sindi.
Ve son olarak şartlar beni İspanyol grup Los Garcia ile çalışmaya sürükledi. Bu çok uzun ve kişisel bir hikaye ve şimdi buna girmeyeceğim. Los Garcia ile sahne almak ve kayıt yapmak beni geçmişe götürdü ve bir kez daha blues şarkıcısı olma fırsatı verdi. Görünen o ki bu fırsatı iyi kullandım. Son albümüm Just A Little Bit uzak ara en iyi solo çalışmam. Zamanın onayından geçmiş 16 adet ryhthm & blues parçasını yorumladım. Üç yıl önce yayınlandı ve çok ilgi gördü. Şimdi İngiliz grubum The Mighty Combo ile çalışıyorum. Hepsi birinci sınıf müzisyenler. Matt Little (piyano), Paul Tasker (tenor saks), Ian Jennings (kontrbas), Mike Hellier (davul) and genç Kid Carlos (gitar). Carlos Sevilla’dan. Tura çıktığımızda bize katılıyor. Hem gitarda çok büyük bir yetenek. Hem de inanılmaz bir müzisyen. Şüphesiz ki geleceğin yıldızı. Mighty Combo ile ilk albümümüzü Mahaton Records’dan yayınladık. Beyond The Blue Horizon çoğunluğu özgün parçalardan oluşuyor, üç de yorum var. Bu albümle çok gurur duyuyorum. Gelecek albümlerin de müjdecisi olduğunu ümit ediyorum. Taze websitemizden1 tur detaylarını ve diğer duyuruları takip edebilirsiniz.
Kariyerinizin en iyi ve en kötü zamanları nelerdi?
Muhtemelen en unutulmaz olanlar Fleetwood Mac’in “Albatross”u ve Bloodstone’un “Natural High”ı ile aldığımız altın plaklar. Çünkü her ikisinden de hiç böyle bir başarı beklemiyorduk. Diğer hit klişelerinin aksine yavaş, yumuşak, romantik ve hüzünlü bir enstrümantal olan “Albatross” inanılmaz ve beklenmedik bir başarı yakaladı ve listelerde 1 numara oldu. Aynı şekilde görece tanınmayan Amerika’lı bir soul grubu, benzer özellikte bir parça ile “gölün” karşı yakasında bu başarıyı tekrar etti. “Natural High”ı benzersiz kılan, tamamı siyahi müzisyenlerden oluşan, İngiliz bir yapımcı ile 1 numara olması ve 1 milyon barajını geçmesidir.
En kötü zamanlar? Fleetwood Mac’i yakaladığı büyük başarı sonrası hemen Warner Bros’a kaptırmamız. Bu, Blue Horizon için yokuş aşağı zamanların başlangıcı oldu. Büyük bir hayal kırıklığı ile bir anda her şey tersine döndü.
Yayınladığınız her şeyin plağını saklar mısınız? Bunların içinden hangilerinin koleksiyoncular için hazine olduğunu biliyor musunuz? Beano albümün ilk baskısı iyi para ediyordur sanırım…
Evet, hepsini saklıyorum. Tek bir eksiğim var: Blue Horizon’dan yayınladığım Jellybread’in ilk albümü Sixty-Five Parkway. İnternet’ten kolayca bulunabilir olmalı. Bende Amerikan baskısı olmasından hiç rahatsızlık duymuyorum. Orijinal baskısı bir hazine midir koleksiyoncular için inan bilmiyorum. The Artwoods’un Art Gallery albümü mint kondisyonlu olarak elimde hâlâ. Bu iyi para eder diye düşünüyorum. Bildiğim kadarı ile Mike Vernon yapımlarından en çok para edecek olan bu. Bir de Blue Label’ın fanzin zamanlarından kalma Doctor Isaiah Ross albümü 75 veya 99 adet basılmıştı. Ortalıkta olan yegane kopyası eBay’de 5000 £’a satılmıştı.
Plak Mecmuası’nın 2. sayısında yayınlanmıştır.