[KESİŞEN YOLLAR] Murder Ballads

Nihayetinde Murder Ballads, ölüm kavramıyla dalgasını geçen, oldukça kalabalık ve eğlenceli bir parti.

Barın kapısı açılır, kahramanımız içeri girer. ‘Kimi açılardan bakıldığında’ uzun ve yakışıklı bir adamdır. Muhitteki herkesi tanır, tüm muhit de onu. Bilhassa o akşam boğazı kurumuş, özgüveni ise ansızın yeşermiştir. Önce tezgâhın ardında duran bar sahibi O’Malley’i, ardından karısını ve kızını vurur. Akabinde de artık barda önüne kim çıkarsa onu… İnsanları tararken ne kadar yakışıklı gözüküyor olabileceğini düşünür kendi kendine, bu düşünce mahrem bir bölgesini kabartır. En sonunda polisler onu alıp götürürken arkasında 12 ölü bırakır. 

Bu yaşananların hepsi sadece Nick Cave’in kaleminde olup bitmiştir tabii. 14 dakikalık süresiyle destansı bir duruşu olan “O’Malley’s Bar”, The Bad Seeds’in 1996 tarihli uzunçaları Murder Ballads’ın sonlarında karşımıza çıksa da aslında albümün ortaya çıkış hikayesi onunla başlar. Ta 1992 tarihli Henry’s Dream uzunçalarının kayıtları esnasında yazılıp bestelenir; heyhat grup şarkıyı albümün neresine koyacağını bilemez, bir kenara kaldırır. Sırada bekleyen Let Love In adlı şaheser de içinde barındırdığı ‘lanetli aşk’ temasıyla alakasızlığı yüzünden kendisini reddeder. Şarkıyı kurtaran anahtar kelime, yine “tema” olur: Cinai sözlere sahip şarkılarla bir plak doldurulursa, şüphesiz “O’Malley’s Bar” da içeriğe rahatça uyum sağlayacaktır. Kan ve kıyım hikâyeleri üstüne kurulu bir albüm yazma hedefiyle, şarkı sözlerinde toplamda 66 cinayetin bahsi geçen Murder Ballads albümü kaydedilir. Cave’in dediğine göre albümün kayıtlarında bu gaye yavaşça bir şaka halini alır, albümün çoğunda bir kara mizah anlayışı vardır bu yüzden. Konserlerin vazgeçilmezi “Stagger Lee”nin sözlerine baktığımızda ona hak vermeden edemeyiz.

Albüm beklenmedik bir başarıya kavuşur, grup bir anda kendini MTV ekranlarında bulur. Nick Cave & The Bad Seeds’in o güne kadarki hem en ticari, hem de en kalabalık albümüdür Murder Ballads. Her köşesinden bir konuk müzisyen fırlar. Ünlü veya ünsüz, popçu veya rock’çı, doğrudan veya dolaylı yoldan olaya dahil oluşları fark etmeksizin…  Neticede ortaya genişçe bir kelle tablosu çıkar. Bunca insan, sanki birlikte bir şaheser yaratacaklarının bilinciyle bu albümde bir araya gelmiştir. Şimdilik sadece albümün kapanış şarkısı “Death is Not The End”de yer alan insanlara bakalım. Bir Bob Dylan yorumu olan bu bol vokalli baladda üç adet eski ‘Bad Seed’ çalıyor: Yüce Alman filozofu Blixa Bargeld, Cave’in lise yıllarından tanıdığı memleketlisi Mick Harvey ve geçtiğimiz günlerde kansere karşı verdiği savaşa yenilen piyanist Conway Savage. Cave’e bugün de eşlik eden diğer grup üyeleri Martyn P. Casey, Jim Sclavunos ve Thomas Wydler. Konuk listesi ise sahiden ağzı açık bırakacak cinsten: Kylie Minogue, Polly Jean Harvey, Shane McGowan ve Anita Lane bu şarkıya vokallerini sunar. Sözlerde cinayete yer vermeyen tek şarkıdır “Death is Not The End”. Sanki bir cinayet romanına yazılmış gönül alıcı son sözdür. Belli ki ölümün olduğu yerde hayat da vardır, en azından şarkıda yer alan herkes hayat doludur.

Kylie Minogue, Nick Cave.

Henüz albüm yayımlanmadan çıkan ilk tekli, grubu çok daha fazla insana duyuran Kylie Minogue düeti “Where the Wild Roses Grow” olur. Şarkı melun bir aşk cinayetini mümkün olan ikinci en zarif biçimde anlatır. Henüz “Red Right Hand” bugün olduğu kadar popülerleşmemişken grubun müzik listelerindeki en büyük başarısı olur çıkar. Cave ile Minogue’un arasında nelerin yaşandığı sorusu ise gündemi uzunca meşgul eder. Sayısız magazin platformu, ellerinde düzgün bir kaynak olmaksızın ikilinin bir ilişki yaşadığını duyurur. Bugün hâlâ elimizde bu konuda gerçek bir delil yok. Belki de ortada hâlihazırda resmi bir ilişki olmasaydı, bu dedikodular fazla zarara yol açmayacaktı. Lakin Cave, aşağı yukarı aynı vakitlerde PJ Harvey ile fazlasıyla sarsıntılı bir ilişkiye yelken açmıştı. 

Düetleri “Henry Lee” kısmen geleneksel bir ezgi, kısmen tutkulu aşklarının belgesidir. Cave ile Harvey’nin samimiyetlerine tanık olduğumuz, inanılmaz güzellikteki müzik klibini izlemek bugün bile gerçek bir zevk. Şarkı sözlerinde çiftimiz yıkıcı sonuna doğru ilerleyen kurgusal bir ilişkiyi anlatır: İsimsiz kadın, Henry Lee adlı bir yabancıya âşık olur. Onu sevdiğini, onun da kendisi kadar mükemmel bir kadına rastlayamayacağını söyler. Henry itiraz eder, “Uzak diyarlarda bir sevgilim var, onu senden çok seviyorum,” der. Kadın bunun üstüne sevdiği adamı öldürüp bir kuyuya atar, “O sevgilin sonsuza kadar eve dönmeni bekleyebilir şimdi,” diye söylenir kendi kendine. PJ Harvey, bir röportajında kimi hayranlarının şarkı sözlerini fazla ciddiye aldığını belirtse de burada anlatılan ‘diğer kadın’ın Minogue olabileceğini düşünen insan çok. Cave – Harvey çiftinin ayrılığı, “Henry Lee”’nin bundan sonraki canlı performanslarını da büyük ölçüde öldürür. Hadise Cave’e (illaki Harvey’e de) duygusal hasar verir, sonraki albüm The Boatman’s Call’daki şarkıların bir kısmı bu acının ürünüdür.

Cave ile Harvey’nin yolları birkaç yıl sonra İstanbul’da kesişecektir. İstanbul Caz Festivali’nin 2001 yılı kadrosunda ikisi birden yer alır, hem de iki gün aralıkla. Buradaki gizli bir amaç, Bad Seeds’in “Henry Lee” performansı esnasında yıllar sonra ilk kez Harvey’yi de sahneye çıkarmaktır; ancak işler planlandığı gibi gitmez. Grup tam şarkının performansına başlayacakken Cave, kuliste pozisyonunu almış Harvey’i fark eder; arkadaşlarına yaptığı hızlı bir jestle sıradaki şarkıyla atlarlar. Hayal kırıklığına uğrayan Harvey’nin bir hışımla mekânı terk ettiği söylenir. Oysa rivayetlere göre daha önceki gece kaldıkları otelin barında birlikte içki içip konuşurlarken görülmüşlerdir. Görünüşe göre ayrılık sonrası ilk sohbet dargınlıkları gidermeye yetmez, ancak 2009’da imkânsız olan gerçekleşir: Cave yeni romanı The Death of Bunny Munro hakkında konuşacağı bir soru-cevap organizasyonundadır. Eski sevgilisinin de katılımcılar arasında olduğunu başta farketmez. Derken bir hayranı bombayı patlatır: “PJ hanım kabul ederse birlikte burada bir düet yapmayı düşünür müsünüz?” Cave kabul etmezse muhtemelen taşlanacağını söyler, birlikte 10 küsur yıl sonra “Henry Lee”yi hayata döndürürler.

Bir diğer büyük isme, Shane MacGowan’a gelecek olursak: İrlandalı Kelt punk ekibi The Pogues’un serseri lideri, Karanlığın Prensi ile ilk kez bir teklide işbirliği yapar: Önce Louis Armstrong’un “What A Wonderful World”ünü yorumlar, sonra da birbirlerinin şarkılarını takas ederler. MacGowan, The Good Son şarkısı “Lucy”yi, Cave ise Pogues klasiklerinden “Rainy Night in Soho”yu söyler. Bu şarkıların hepsinde iki efsane arasındaki karşılıklı bir samimiyetin varlığını hissediyor insan. Cave dostluklarıyla ilgili şunları demiş: “Shane ile nasıl, nerede tanıştığımı Tanrı bilir. Ona sorsanız söyleyecektir ama. Hafızası olağanüstüdür onun. Birlikte çok vakit geçirdik. Yıllarca nice geceye göğüs gerdik. Sanırım bizden başka sahiden birbirini çekebilen iki insan yoktu.” MacGowan belki Murder Ballads’ın sonuna kadar ortaya çıkmıyor, ancak payına düşen iki-üç dizeyi söyleyip gidince de bütün kafaların kendisine çevrilmesini sağlayabiliyor. Mesela bu satırların yazarı, ilk kez “Death is Not The End”i dinledikten sonra MacGowan’ın kim olduğunu araştırma ihtiyacı hissetmişti zamanında.

Nick Cave, Shane MacGowan.

MacGowan, birçok hayranının ve arkadaşının gözünde 40. yaşını görme ihtimali düşük bir adamdı yıllar önce. Fazla hızlı, fazla kafası kıyak bir yaşam sürdü. Üç sene evvel geçirdiği bir kaza sonucu kısmen felç kaldıysa da hâlâ hayatta. Bu senenin başında 60. doğum gününü kendi şehri Dublin’de, doludizgin bir konser partisiyle kutladı. Gecede Bono ve Johnny Depp gibi çeşitli isimler de çalıp söyledi, ancak en duygusal anlar belki de eski dostu Nick’le mikrofonu paylaştığında vuku buldu. Cave favori Pogues şarkısı olduğunu belirttiği “Summer In Siam”i söylerken dostunu da sahneye çağırdı, ilk başta güçsüz ve eşlik edemeyecek durumda gözüken MacGowan ise kısa süre sonra ona katıldı. 

Murder Ballads’ın bir de fazlasıyla kıyıda köşede kalmış bir konuğu var: Warren Ellis. Hani senelerdir Cave ile ortaklık kurarak envai çeşit film müziğine imzasını atan, günümüzde uzun gri sakallarıyla gruba fazladan karizma katan Avustralyalı. Sadece The Bad Seeds’in üyesi değil, kendi grubu Dirty Three ile de harika plaklar yaptı. İlk kez hangi koşullarda bir araya geldiklerini en iyi kendisi anlatır: “1994’te Bad Seeds, Let Love In’in kayıtları esnasında beni de müzik stüdyolarına çağırdı. Stüdyodaki ilk tecrübelerimden biriydi bu. Grup albümün kaydı için yan yana iki oda kiralamıştı, bir şarkının miksajını halletmeye çalışıyorlardı. Nick ise odalar arasında koşturup duruyor, yaylı kısımları aranje etmeye çalışıyordu. Odaların bütün duvarları şarkı sözleriyle kaplıydı. Temizlikçiler not kâğıtlarını alıp götürüyormuş, Nick de çözümü sözleri bantla duvara yapıştırmakta bulmuş. (…) Çok çılgınca bir tecrübeydi. İnanılmaz derecede yaratıcı ve üretken bir süreçti. Ben de önceden çok gizemli bulduğum bir dünyayı penceremden gözlemleme imkânı buldum.”

Ellis, Let Love In’de yer alan “Ain’t Gonna Rain Anymore” ile “Do You Love Me (Part 2)”da kemanını konuşturuyor. Kendisini ilk kez 1997 tarihli The Boatman’s Call’da resmen kadroda görecek olsak da Murder Ballads şarkısı “The Curse of Millhaven”da da arz-ı endam ediyor. İlginçtir, aynı şarkıda Cave’in iki eski grup arkadaşı da karşımıza çıkıyor: Bugünlerde Dirtmusic projesiyle yoluna devam eden Hugo Race ve Cave’in ilk grubu The Birthday Party’de yer alan Rowland S. Howard. Grubun bir başka gediklisi, Cave’in gençlik yıllarının ilham perisi Anita Lane’i ise hem “Death is Not The End”de, hem de “Kindness of Strangers”da arka planda ağlarken dinliyoruz. Anlaşılan o ki bu albüm Bad Seeds tarihi açısından bir milat, grubun hem geçmişine hem de geleceğine açılan bir kapı… Cave ile mazisi geniş bu isimler dışında gotik rock’çı Katharine Blake’e, ressam/rock’çı James Johnston’a, Cave’in bir diğer memleketlisi Dave Graney’e ve üflemelilerde Terry Edwards’a rastlıyoruz.

Nihayetinde Murder Ballads, ölüm kavramıyla dalgasını geçen, oldukça kalabalık ve eğlenceli bir parti. Yapımına emek verenler listesi böyle harika olunca pekâlâ dağ fareyi de doğurabilirdi, ancak ortaya çıkan sonucun tam tersi olduğu ortada. Bu işin sırrı ne olabilir, diye kendimize sormamak mümkün değil. Döneme ait anlatılanlara bakacak olursak cevap samimiyet, hakikilik. Bir yandan sevgi-aşk, bir yandan dostluk-hemşehrilik, bir yandan (Warren Ellis örneğinde olduğu gibi) usta-çırak ilişkilerinin eğittiği bir olgunluk dönemi şaheseri. The Bad Seeds’i popülerleştirip -kimileri bu duruma olumlu bakmayacaktır elbet- geçen aylarda İstanbul’da izlediğimiz devasa sahne grubuna dönüşmelerine büyük katkı sunan bir yapıt. Aslında bu açıdan önceki ya da sonraki albümlerden farklı değil. Her The Bad Seeds albümü, Cave ve grubunu bugün ulaştıkları şanlı konuma taşıdı. Murder Ballads’ın bize ayriyeten vurguladığı nasihat, insanın yükseğe tırmanırken dostlarının uzatacağı elden her zaman yardım alabileceği olsa gerek. 

Nick Cave, PJ Harvey.

KISSA VE HİSSE

  • Albümdeki birkaç konuksuz şarkıdan biri olan, bugünkü Bad Seeds konserlerinin vazgeçilmezi “Stagger Lee”, yaklaşık bir asır öncesine dayanan gerçek bir hikayeye sahip. Kayıtlara göre 1895’in Noel vakti Missouri’li siyahi kanun kaçağı Lee Sheldon, arkadaşı Billy Lyons’ı vurup öldürünce ona “Stack Lee” veya “Stag Lee” demeye başlamışlar, olay bir folk şarkısına konu olmuş. Şarkı ilk kez 1923’te, Fred Waring’s Pennsylvanians tarafından taş plak formatında piyasaya sürülmüş. 1959’da Lloyd Price’ın kaydettiği bir diğer yorum ise Billboard listelerinde oldukça yol kat etmiş.
  • Kylie Minogue ilerleyen yıllarda ara sıra sahnede The Bad Seeds’in konuğu olmaya devam etti. En son geçtiğimiz haziranda, Londra’daki Victoria Park konserinde gruba eşlik eden Minogue, Cave’in hayatını inceleyen 20,000 Days On Earth (2014) belgeselinde memleketlisine şunları söylüyor: “Sen öylece ortada bitiveren bir sis gibiydin. Seni duymuştum, bu şarkıyı (Where The Wild Roses Grow) birlikte söylemeyi çok istediğini söylediler. Sonra canlı performansını izledim, aklım uçtu tabi. (…) Filmden bir sahne gibiydi.”
  • “O’Malley’s Bar” gibi açılışta yer alan “Song of Joy” da bir önceki albüm Let Love In’in kayıt süreçleri esnasında yazılmış. Nick Cave, başta bu şarkılarla ne yapacağını bilemediğinden yönetmen dostu John Hillcoat’un kapısını çalıp, “Sence bu materyalleri bir filme uyarlayabilir miyiz?” diye sormuş. Hillcoat, bu albümden önce Cave’in de oyunculuğunu sergilediği Ghosts… of The Civil Dead (1988) filmini çekmişti. 2005’ten itibaren ise üç farklı filmine müzik yazması için Cave ile Warren Ellis’i görevlendirdi: The Proposition, The Road ve Lawless. Hillcoat’ın bugüne kadar müzik videosu çektiği gruplar da oldukça çeşitli: Manic Street Preachers, Therapy?, Suede, Einstürzende Neubauten, Massive Attack…
  • ‘Cinayet baladı’, sahiden de baladların alt türlerinden biri kabul edilmekte. 17. yüzyıl ortası Avrupa’sında, bilhassa İskandinavya, İngiltere ve İskoçya çevresinde kaleme alınan klasik baladların hatırı sayılır bir kısmı cinayet baladı kabul ediliyor.

 

Plak Mecmuası’nın 4. sayısında yayınlanmıştır.