Asu Maralman: “Mümkün olmayan şeyleri yapmayı çok severim”

“60’ların sonunda Önder Bali – Orhan Şevki Orkestrası’yla Hilton’da çıkıyordum. O zamanın en ünlü oteliydi Hilton, zaten başka da yoktu. Fakat üzülüyordum çünkü Hilton’a gelen zengin kitle beni tanıyordu ama halk tanımıyordu.”

Şarkılarını birden fazla nesle söyletmek kaç sanatçıya nasip olur? Bu, önemli ve büyük sanatçıların vasfıdır. Kuşkusuz, Asu Maralman da o sanatçılardan biri. 70’lerde genç olanlar onun sesinden “Bal Gibi Olur” şarkısıyla dans eder, memleket hasreti çekenler “Recep”le içlenirken benim gibi 2000’li yıllarda genç olanların da Asu Maralman’ın eşsiz sesini ve yorumculuğunu keşfetmesi için vakit hiç geç değildi. Birçoğumuz Kaybedenler Kulübü (2011) filminde duyduk “Bağrı Yanık Dostlara” şarkısını ve duyduğumuz gibi çok sevdik.

Müzisyen bir aileden gelen Asu Maralman, kendine has ses rengi ve yorumculuğuyla 70’li yıllarda birçok hit parçaya imza attı: “Bir Görsem Ölmeden”, “Recep”, “Bal Gibi Olur”, “Yollar”… Bir o kadar şahane şarkısı da (“Bağrı Yanık Dostlara” bunlardan biri) zaman içinde hak ettiği kıymeti buldu ya da bulacak.

Artık yılın büyük kısmını İngiltere’de geçiren Asu Maralman’ın kısa süreliğine İstanbul’da olduğunu öğrenince Plak Mecmuası ekibi olarak kendisiyle geniş bir söyleşi yapmak istedik. Üstelik kısa süre önce eski 45’liklerinden oluşan Eski 45’likler albümü Ada Müzik tarafından plak olarak basılmıştı. Sağ olsun, bizi kırmadı ve röportaj teklifimizi kabul etti. Böylece aldım kayıt cihazımı, kulaklığımda Bağrı Yanık Dostları albümü baştan sona çalarken Asu hanımın evine yollandım. Beni taze demlenmiş çay ve kendi yaptığı, pek lezzetli bir börekle karşıladı. Tanışmamız böyle sıcak olunca röportajın da içten geçmemesi imkansızdı… Nitekim çok keyif aldığım bir röportaj oldu; Asu hanımla müziğe nasıl başladığından girdik, unutulmaz şarkılarından çıktık. Dilerim siz de keyifle okursunuz.

Anneniz opera sanatçısıydı, ablanız da müzisyendi. Doğduğunuz evden, nasıl bir ortamda büyüdüğünüzden bahseder misiniz? 

Müzikli bir ortamda gözlerimizi açtık. Bir de abimiz vardı, o da piyano çalışıyordu. Böyle bir evde doğmak müzisyen olmaktan başka bir seçenek bırakmıyor galiba. Başka bir hayatın var olduğundan haberdar değildik. Herkesin evinde piyano var, herkes müzik çalışır, müzik hayatın gereğidir zannediyorduk.

İlk eğitiminizi annenizden mi aldınız?

Bize özel hoca gelirdi, üçümüze birden piyano dersi verirdi. 15-16 yaşlarında da şan derslerine başladık. Sonra da operetlerde oynadık, küçük küçük oyunlarda rol aldık. Ben Bakırköy Halkevi’nde başladım tiyatro oynamaya. 

Bu yıllarda evinizde daha çok hangi plaklar dönerdi? Hangi sanatçıları dinlerdiniz?

Annem opera sanatçısı olduğu için evimizde genelde klasik müzik plakları dönerdi. 

Peki etkilendiğiniz sanatçılar kimlerdi? 

Başlarda örnek aldığım kimse yoktu. Fakat sonraki yıllarda Fransız şarkıcısı Edith Piaf’ı örnek aldım. Daha halka yakın tarzda bir sanatçı olarak görürdüm onu. Bir de benim ilkokulda ikinci lisanım Fransızcaydı. Sonra İtalyan Lisesi’ne girdiğimde İtalyanca’ya ve İtalyan müziğine, Sanremo festivallerine tutuldum. İtalyanca benim genç kızlığımda çok modaydı. 

Anneniz opera sanatçısı olduğundan işin hem teorik hem pratik eğitimini almışsınız. Ama siz de ablanız da müzik kariyerinizde popüler müzik yapmayı tercih etmişsiniz. Neden? 

Bunu annem de sorardı hep. “Ben bu kadar masraf yapmışım, eğitimler aldırmışım, siz neden kolayı tercih ettiniz?” derdi. Ancak neden operaya yönelmediğimizi bilmiyorum açıkçası. Şan dersi aldığım halde operaya girmeye isyan ettim. Türk klasik musikisi için de bana eğitim aldırmaya kalkmıştı annem, ona da isyan etmişimdir. Çok küçük yaşlarda başladığım için popüler müzik cazip gelmiştir belki. Daha 14-15 yaşlarındayım, popüler müzik içimdeki ritme daha uygundu. Türk klasik musikisi ve opera çok ağır gelmiş olabilir.

İlk sahneye çıkışınızı hatırlıyor musunuz? 

Hatırlıyorum, 4 yaşındaydım. Okulun müsamere salonuydu, hepimize bir arı kanadı takmışlardı, ilk parçamı orada söyledim: “Arı vız vız vız, arı vız vız vız, geldi ilkbahar!” (Gülüyor). 

1961’de, henüz 14 yaşındayken Ses Yarışması’nda birincilik kazandınız. O yarışmayla ve o günle ilgili ne hatırlıyorsunuz?

Büyük müzisyenler vardı: İsmet San’lar, Süheyl Denizci’ler… Hem orkestrayı yönetiyor hem de jürilik yapıyorlardı. Ablamın da aralarında olduğu başka birçok yarışmacı vardı. “İki parça seçin,” dediler, ben de Orfeu Negro (1959) filminin müziği “Manhã de Carnaval”ı ve o yılki Sanremo Festivali’nden “Come Sinfonia” parçasını seçtim. İkisi de kazık parçalar, benim yaşımda birinin çıkıp da okuması mümkün değil… Ama ben zaten mümkün olmayan şeyleri yapmayı çok severim! Sonuçta bu iki parçayla girdim, birinci oldum. Ablam da ikinci oldu. Ablam çok kızdı tabii, “Sen küçüksün diye senin tarafını tuttular,” dedi. Fakat bence öyle değildi. Ablam detone oldu, duydum. Ben olmadım. Aradaki fark oydu.

Yarışmanın kariyerinize bir etkisi oldu mu?

Yok, okula gidiyordum daha, ne etkisi olacak! (Gülüyor) O yaz günü bana bir yelpaze oldu Ses Yarışması. “Ben de yapabilirmişim,” dedim. O kadar, fazlası değil. Amatör bir ses yarışmasıydı zaten, Hürriyet’in yaptıkları gibi değildi. 

Hemen her röportajınızda soruluyor siz de cevaplıyorsunuz ama benim de sormam gerek. Asu Maralman ismi nereden çıktı? 

Silvia Bella olarak orkestrada çalışıyordum. Bu sırada plak yapmak için de kapı kapı dolaşıyorduk tabii. Dönemin en popüler plak şirketlerinden Diskotür’le görüştüm, Diskotür’ün sahibi Mösyö (Antuan) Şoriz “Bu isimle plak olmaz, yabancı zannederler, sen bir Türkçe isim bul kendine,” dedi. Bunu yazar dostum Ferit Edgü’ye söyleyince Ferit bize bir isim listesi yaptı. Ben Asu ismini çok sevdim, Maral da hoştu, Asu Maral’ı beğendim. Tekrar Mösyö Şoriz’le görüştük, “Asu Maral güzel ama havada kaldı, sonuna bir de -man ekleyelim,” dedi. Böylece adım Asu Maralman oldu. 1974’ten beri resmi olarak da öyle, mahkeme kararıyla değiştirttim. Ama bu isim başıma çok dert açtı tabii. Kimi Asuman Maralman sandı, kimi Asuman Aralman… Asuman Alman’a kadar gitti!  

İlk 45’liğiniz “Nerdesin / Bir Görsem Ölmeden”i 1971’de çıkardınız. Bu plağı çıkarma süreci nasıl gelişti? 

Yıllarca orkestra solistliği yaptım. 60’ların sonunda Önder Bali – Orhan Şevki Orkestrası’yla Hilton’da çıkıyordum. O zamanın en ünlü oteliydi Hilton, zaten başka da yoktu. Fakat üzülüyordum çünkü Hilton’a gelen zengin kitle beni tanıyordu ama halk tanımıyordu. Böylece plak çıkarmak için plakçıları dolaşmaya başladım. O zamanlar şimdiki gibi yeni birinin kapısına gelmezlerdi, kolay şans bulamazdın. Senin kapı kapı dolaşman gerekirdi. Sonunda Diskotür’de Mösyö Şoriz kabul etti ama “Tutarsa devam ederiz, yoksa bu ilk ve son şansın olur,” dedi. Tabii o öyle söyleyince “Bunu mutlaka başarmam lazım,” dedim. Nitekim o 45’lik denetimden geçti ve radyoda çalındı, epey ilgi gördü. 

Önder Bali’den ve Önder Bali Dörtlüsü’nden de biraz bahsetsek iyi olur sanırım. Çalışma arkadaşlığınız nasıl başladı? 

Biz Orhan Şevki’yle evliydik o dönemde ve bir orkestramız vardı zaten. Hilton Oteli’nde çalışıyorduk. Önder Bali de orkestrasından ayrılmıştı, onu da davet ettik aramıza. Ortak bir orkestraydı o yani, Önder Bali ve Orhan Şevki Orkestrası’ydı. Çok iyi bir çalışma arkadaşlığımız vardı. Çok gırgır, şamatacı bir arkadaştı Önder. 

“‘Recep’ bizi çok uğraştırdı. Radyolarda çalınmadı başta çünkü denetimden geçmedi. İki üç sene uğraştık geçirebilmek için.” 

İlk 45’likten sonra birlikte pek çalışmanız olmadı. Niçin? 

Ben plak endüstrisine geçtikten sonra Önderler’den ayrıldım, orkestra dağıldı. Orhan Şevki benim menajerim olmaya başladı çünkü tek başıma koşamıyordum işlere, o organize ediyordu. Orhan Şevki’yle de 12 yıl evli kaldık, sonra boşandık. 

Şu dikkatimi çekti: Bu ilk 45’liğin ardından daha folklorik çalışmalara yönelmişsiniz. Bu yola ne soktu sizi? 

Sel Plak soktu. İyi bir paraya beni transfer ettiler ama bir şart koştular: Pir Sultan Abdal’dan “Hudey Hudey”i okuyacaktım, onun dışında ne arzu ediyorsam okuyabilirdim. Bununla beraber folklorik temaları tercih ediyorlardı. Rahmetli Erman Eray’ın da böyle iki parçası vardı: “Yanam Yanam” ve “Oy Lelli Köy”. “Hudey Hudey”le birlikte onları da yaptık. 

Bir de benim tipim çok folklorikti. Uzun, kara saçlar, kara kaşlar, makyajsız bir surat… Belki bu tarzım da halka sevdirmiştir beni, evdeki kız kardeşi ya da evladı gibi gelmişimdir insanlara. 

1973 ve 1974 yılları üretken yıllarınız. 1974’te en meşhur parçalarınızdan “Recep”i yapıyorsunuz… Bu parçanın hikayesini anlatır mısınız? 

“Recep / Aşk Çiçeği” 45’liğini Evren Plak’tan 1974’te çıkardık. Aynı yıl yine Evren Plak’tan söz ve müziği Bora Ayhanoğlu’na ait, hafif fantezi-arabesk de sayılabilecek “Aşk Mı Borçlandım Ben Sana / Aşk Zindanı” 45’liğini de çıkardık. “Recep”in de söz ve müziği Bora’ya aitti, düzenlemesini Esin Engin yapmıştı. Ancak “Recep” bizi çok uğraştırdı. Radyolarda çalınmadı başta çünkü denetimden geçmedi. İki üç sene uğraştık geçirebilmek için. 

Neden geçmedi denetimden?

Folklorik diye. Değildi halbuki, Almanya’ya giden işçilerimizi anlatıyordu. Asıl tema oydu. Ancak öyle görmediler. Denetim Kurulu Başkanı Nida Tüfekçi “Ben türküleri bu hale sokmak istemem,” dedi. Parça türkü değildi ki!

Buna rağmen “Recep” sizin en bilinen parçalarınızdan oldu…

Evet ama piyasaya çıktıktan üç sene sonra… O zaman halka ulaşmanın tek yolu TRT’ydi ve “Recep” ancak üç sene sonra denetimden geçti. 

Sinir bozucu bir süreç olmuş.

Biz sinirlerimizi aldırdık! 30 yaşında aldırdım ben sinirlerimi. (Gülüyor) 

Bu dönemde Lalezar Gazinosu’nda da çıkmaya başladınız. Zeki Müren’in de desteği olmuş size bu süreçte… 

Evet. 1973’te yapılan “Bana Güzel Bir Şey Söyle”yle ekrana çıktım. O parçaya âşık olmuş, “Bana bu kızı bulun,” demiş. Böylece onunla Lalezar’da çalışmaya başladık, ondan sonra da iki sene boyunca gittiği her yere beni de götürdü: İzmir’de Manolya Bahçesi’ne, Bursa’ya, Ankara’ya… 

Nasıl biriydi Zeki Müren? Onunla çalışmak nasıl bir şeydi? 

Prensipleri olan biriydi Zeki Bey. Gazinoya geldiğinizde üstünüz başınız biraz dökülse, “Eve git, doğru dürüst giyin gel, burası senin ekmek kapın,” derdi mesela. Kulisin kapısına bir sandalye koyardı, oturur gelenin geçenin kıyafetine bakardı; onun kadrolu sanatçısıysan ve özensiz gelmişsen almazdı içeri. 

“‘Bal Gibi Olur’ benim elime geldiği zaman ben okumak istemedim.”

70’ler Türk pop müziği açısından çok zengin bir dönem. Üstelik piyasayı domine edenler de ağırlıklı olarak kadın sanatçılardı: Siz, Nur Yoldaş, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, sonraları Sezen Aksu, daha birçok isim… Nasıl hatırlıyorsunuz o dönemi?

Her birimizin kendine has bir sesi vardı. Sahne karakterimiz de birbirinden farklıydı.

1977’de “Bal Gibi Olur” çıktı. Sadece sizin değil Türk pop tarihinin en büyük hit’lerinden biri… “Bal Gibi Olur” bu kadar popüler olunca şaşırdınız mı? Bekliyor muydunuz bunu?

Şaşırmadım. Şarkının bestecisi Selmi Andak benim hayatımdaki en büyük şanstır. 25 parçasını seslendirdim Selmi Andak’ın ama ne yazık ki “Bal Gibi Olur” onunla yaptığımız diğer birçok parçayı gölgeledi, ayrı konu. Eskiden Unkapanı’nda “Eser satar,” derlerdi. Eser iyiyse kim okursa okusun, ne zaman ve nerede yapılırsa yapılsın satar. “Bal Gibi Olur” benim elime geldiği zaman ben okumak istemedim. Selmi ağabey “Nesi var, neden istemiyorsun?” diye sordu. Sesim arş-ı âlâ ya, eğitim almışım ya, “Aman Selmi ağabey, üç akorlu bir parça alt tarafı,” havalarına girdim… Sonra Yankı Plak’ın sahipleri “Parasıyla değil mi? Sen oku kardeşim, biz tutacağına inanıyoruz,” dediler. Onlar öyle deyince ben de okudum. O adamlar, “Bal Gibi Olur”un tutacağını biliyorlardı. Çünkü bu işin ticaretini yapıyorlardı. “Bal Gibi Olur” patladığında ben çok mu keyif aldım? Hayır. Benim okumak istemediğim parçanın patlaması, benim bu işin ticaretinden anlamadığımı gösterdiği için çok bozuldum. Dünya kadar güzel parça okumuşum, bir “Yalnızlık” okumuşum ki tepelere çıkıyor… Suratına bakılmadı, bugün dinleyen yok onu. “Bal Gibi Olur” ile ben şunu anladım: Halk, eşlik edebildiği şarkıyı tutuyor. 

İlk uzunçalarınız Bağrı Yanık Dostlara (1980) da pop müzik tarihimizin kült albümlerinden oldu. Bu albümü kendiniz finanse etmişsiniz. Hiçbir plak şirketi gelip de “Bir albüm yapalım size,” demedi mi?

Hayır, kimse öyle bir şey demedi. Arabesk müzik patlamak üzereydi o dönem. Kendim turnelerde çalışıp para biriktirerek o plağın altyapısını yaptım. Stüdyolarda Osman İşmen’e parasını nakit verdim. Baskı için para bulamayınca mecburen Öncü Plak’a gittim. Materyal hazır olduğu için “Basarız,” dediler. Öncü Plak etiketiyle basıldığı için mal Öncü Plak’ın oldu. Herkes kendine araba alırken, ziynet alırken ben bu albümü yaptım. İyi ki de yapmışım. Ben yok olacağım ama o yaşayacak. Bu paradan çok daha kıymetli. Ama bilinsin: Millet bu plağı iki üç bin liraya alıp satıyorsa, hâlâ bu albüm dinleniyorsa benim emeğim sayesindedir. Ha, helal ediyor musun diye sorarsan, “Ben bu firmayı aldım, istediğimi yaparım,” diyenlere hakkımı helal etmiyorum. 

Yakın zamanda da bir uzunçalar plağınız çıktı Ada Müzik etiketiyle: Eski 45’likler (2019)… 

Çıkmış, evet. Haberim yoktu, internette gördüm. İngiltere’de yaşıyorum, görünce kalktım geldim çünkü çok kızdım. Arayıp bana da sorabilirlerdi çıkaralım mı diye ama sormadılar. Ben ölmüş olsaydım bu plak böyle çıkacaktı, hayattayım ama bir telefon etmek zul olmuş. Ha, kötü mü ettiler bu plağı çıkarmakla? Hayır, çok iyi ettiler. Çünkü arşivlerde kalacak bu. Ama açıp da soramazlar mıydı “Asu hanım kapakta hangi fotoğrafı kullanalım? Göbeğe ne koyalım?” diye. Parayı pulu boş verin, bizler insan yerine konulmuyoruz ne yazık ki. Bir fikrimiz bile sorulmuyor. En acı kısmı bu. 

Filmde bu parça kullanıldığı zaman şarkı büyük bir patlama yaşadı. Sizin için enteresan olmalı: 2000’lerde genç olanlar yıllar sonra bu parçayla dertlendi, dans etti, parçayı sürekli dinledi. Üstelik, eski bir şarkı yeniden gündeme gelmiş gibi değil de yeni yapılmış bir şarkı çıkmış gibi bir etki yarattı “Bağrı Yanık Dostlara” şarkısı. 

Evet, çok orijinal ve modern bir sound’u var çünkü. 

“Bağrı Yanık Dostlara” şarkısının ilk çıktığı dönemde arabesk furyası yaşanıyordu. O furyada kendine yer bulmayı nasıl başardı?

Aslında bulamadı başta, epey bir tökezledi. Albümün açılış parçası “Yollar” onun önüne geçti. Bağrı Yanık Dostlara albümünün lokomotifi uzun yıllar “Yollar” parçası oldu. 

6 yıl kadar suskun kaldınız ve 1986’da Zeki Adsız’ın sanat yönetmenliğinde Pop Folk adında bir albüm daha yaptınız. O albümden bahseder misiniz?

Uzelli firması “Türkü okur musunuz?” dedi. Ben de “Okurum tabii,” dedim, türkülere âşık biriyim zaten. Zeki Adsız çalıştırdı beni, Zafer Dilek de vardı. O albüm çok bir etki yaratmadı çünkü Batı ve Doğu formu karışımı olduğu için denetimden geçmedi. Ama sonra ABD’ye turneye gittiğimde gördüm ki oradaki Türkler bayılarak dinliyordu. Yıllar sonra, 2010’da bu sefer CD olarak çıkması da eşim sayesindedir. O ısrar etti, sonunda Uzelli’yi aradım, “Bu albümün haklarını bana vermeyi düşünür müsünüz, CD olarak çıkarayım,” dedim. Onlar da “Biz çıkaralım,” dediler. Böylece kasetten CD’ye dönüştü. 

Son olarak, yeni bir çalışma var mı gündemde?

Yavuz Asöcal’la bir uzunçalar daha yapacağız. Bende üç uzunçalarlık malzeme var. 

Röportajımızın sonuna geldik, çok teşekkür ederiz vaktinizi ayırdığınız için.

Ben teşekkür ederim, herkese sevgiler!