Serdar Kökçeoğlu ile İlhan Mimaroğlu belgeseli üzerine

İlhan Mimaroğlu Olmak: Elektronik Müzik, Aşk, İsyan ve Gerçekler

RÖPORTAJ BORA GÜRDAŞ

Elektronik müziğin öncü isimlerinden biri olan İlhan Mimaroğlu hakkında yapılan ilk belgesel Mimaroğlu, dünya prömiyerini Nisan ayının son haftasında prestijli belgesel film festivali Visions du Réel’in Burning Lights isimli yarışma bölümünde yaptı. Federico Fellini, Jean Dubuffet gibi yönetmen ve sanatçıların yanı sıra Freddie Hubbard ve Charles Mingus gibi pek çok müzisyenle hayata geçirdiği projelere rağmen genç kuşağın belki de çok iyi tanımadığı bir figür İlhan Mimaroğlu. Tam da bu sebepten belgeselin Mimaroğlu’nun girift dehasına giriş için iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan bu yapım aile, aidiyet, bağlılık/bağımlılık, ötekilik gibi kavramları düşünen ve üretimlerine taşıyan herkes için sıkı bir zihin jimnastiği. Klasik/geleneksel belgesel anlayışını yapıbozuma uğratan, beklentilerinizle oynayan, bir parmak bal çalmak, hoş bir sada bırakmak yerine, hassas bir noktanızı gıdıklayan, bazı anlarında tokat atan bir belgesel bu. Size ne zaman ağlayacağınız ve/veya güleceğinizi dikte eden belgesellerden sıkıldıysanız buyurun, izleyiniz! Bu vesileyle (artık adını Grant Gee ve Jonas Mekas ile birlikte anacağım) filmin yönetmeni Serdar Kökçeoğlu ile gerçekleştirdiğim keyifli ve zihin açıcı röportajı sizlerle paylaşmak istedim.

NOT: Filmde kullanılmayan, bu röportaja özel olarak gönderdiği görseller için ayrıca teşekkür ederim kendisine!

Serdar, tebrik ederek başlamak istiyorum. Bu filminle elektronik müzik üzerine kafa yoran, üreten, okuyan (bence) herkesin izlemesi gereken bir işle buluşturuyorsun bizi. Şimdi yolları epey “çatallanacak” bir bahçeye gireceğiz seninle. Ama önce neden “Mimaroğlu” öznen oldu, çıkış noktaların/notaların nelerdi, izah eder misin?

1988 yılında heavy metal kasetleriyle ciddi olarak müzik dinlemeye başladım. İzmir’deki efsanevi Mayhem konserine katılanlardanım. Yaklaşık 10 yıl sonra The Cure, New Model Army ve Sonic Youth dışında bir şey dinlemez olmuştum ve yeni sesler arıyordum. 1997 yılında İzmir’de Fergün Urgancıoğlu, Aphex Twin ve Future Sound of London albümleriyle aklımı başımdan aldı. O yıllarda Warp Records albümleriyle başlayan elektronik müzik takıntım ciddi bir araştırma alanına dönüştü benim için. Mimaroğlu’nun danışmanı olan Murat Güneş’le beraber İzmir’in çorak ortamında hatırı sayılır bir arşiv yaptık. Autechre, Pan Sonic gibi isimler yeni şekillenen dijital kültüre olan merakımızla beraber hayatımızın fon müziği olmuştu. O noktada İlhan Mimaroğlu’nun Elektronik Müzik kitabı karşıma çıktı. İtiraf ediyorum, biraz eski bir bilim kurgu filmi gibiydi; acayip sesler ve maceralar düşlemeye imkan veriyordu. Öte yandan Mimaroğlu müziği etrafta yoktu, bulması zordu, ben de kitaplarına daldım. Aykırı müzik yaklaşımları, ironik günlükleri beni çarptı. 2000’lerden sonra müziğini de dinleyince onu çok daha iyi anladım. Hayatı boyunca yeni olanı aramış, ‘klasik’ ve geleneksel olanı hem besteci hem de prodüktör kimliğiyle sorgulamıştı. Ona dair her şey benim için çok heyecan vericiydi.

“Ünlü caz vokalisti Janis Siegel; piyanistler Meral Güneyman, Ayşegül Durakoğlu; İlhan Bey’in Atlantic Records’tan ofis arkadaşları ve daha başka sayısız isim… Bunlara İstanbul’da görüştüğümüz Kerem Görsev gibi isimler eklendi”

Filmde İlhan Mimaroğlu hakkında izlenim/deneyim/gözlemlerini paylaşan Evin İlyasoğlu, David Toop, Armağan Ekici, Balkan Naci İslimyeli, Serdar İlhan ve Kerem Görsev gibi pek çok müzisyen, ressam, yazar, aile dostunu işitiyoruz. Bu isimlerle irtibatın neticesinde tahmin ediyorum ki saatler süren kayıtlar elde etmişsindir. Söz konusu kayıtları nasıl oluşturdun ve nasıl bir sürece tabi tuttun?

Elif Dizdaroğlu ile yaptığımız araştırmalar birkaç koldan ilerledi. İlk belirlediğimiz isimlerden biri David Toop oldu. The Wire dergisinden, ve özellikle elektronik müzik tarihi üzerine yazdığı kitaplardan biliyordum kendisini. Projeyi duyunca Toop da Mimaroğlu’nu önemsediğini ve zevkle konuşacağını iletti. Bu ikinci çekim gezimize Londra’yı da ekledi ama Toop’tan bir gün boyunca inanılmaz bir arşivle dolu bir evde müziğin tarihini dinlemek müthiş bir deneyimdi. 

New York röportajlarını Erdem Helvacıoğlu ve Esin Uslu’yla beraber belirledik. Çiftin New York’ta iletişimde olduğu onlarca isimle görüştük. Ünlü caz vokalisti Janis Siegel; piyanistler Meral Güneyman, Ayşegül Durakoğlu; İlhan Bey’in Atlantic Records’tan ofis arkadaşları ve daha başka sayısız isim… Bunlara İstanbul’da görüştüğümüz Kerem Görsev gibi isimler eklendi. Suzanne Ciani gibi Skype söyleşilerini ve cevaplarını ses kaydı olarak yollayanları da unutmamak lazım. Aslında çiftin dünyasında yer almış pek çok insanla görüştük. Bu konuda mümkün olduğu kadar fazla röportaj yaptık, hazırladığımız listenin çoğuyla görüşebildik. Bütün bu birikimin üzerine İlhan Bey’in konuşma deşifreleri de eklenince ortaya filmi besleyen 600 sayfalık bir toplam çıkıyor. 

Peki işin içinden nasıl çıktık? Üç bölüme ayrılan hikayelerimiz belliydi. Senaryomuz hazırdı diyemem ama detaylı bir yol haritamız vardı ve röportajlardan sadece ve sadece ihtiyacımız olanları seçtim. Bazı önemli isimleri ve konuşmaları maalesef filme alamadık ama sitemizi arşiv sitesine doğru genişletiyoruz, orada yer alacaklar. Bu gerçekten içimi rahatlatıyor.

İlhan Mimaroğlu

“Türkiye Sineması’ndaki en ciddi problemin yeni şeyler denememek, risk almamak ve güvenli yollardan gitmek olduğunu düşünüyorum. ‘Mimaroğlu’ risk almaktan çekinmediğim bir iş oldu”

Modern sanatın içinden doğan ve günümüze uzanan süreçte epey yol kat eden “kolaj” kavramını çok önemsiyorum. Senin filminde de kolaj fikrinin ağır bastığını düşünüyorum. Zira klasik belgesel anlayışındaki “konuşan kafaları” göstermek yerine Mimaroğlu’nun çektiği görüntüleri, besteleri/icraları/doğaçlamaları ve yapılan görüşmelerin ses kayıtlarını kolajlıyorsun bu filminde. Bu bağlamda Grant Gee’nin ‘Patience (After Sebald) ve Jonas Mekas’ın ‘As I Was Moving Ahead Occasionally I Saw Brief Glimpses of Beauty filmleriyle organik bağlar, dirsek temasları olduğunu düşünüyorum. Seni hem görsel/işitsel hem de anlatı yapısı açısından bu tercihe yönelten neydi?

Konuşan kafaların olmadığı, türün sınırlarını aşındıran belgesellere ‘yaratıcı belgesel’ diyorlar ama bence ‘yaratıcı’ sıfatını eklemeye gerek yok. Belgesel sinema tarihinin başından beri yaratıcı denemeler yapmaya imkan veren bir tür. Farklı görsel ve işitsel malzemeler kullanmaya imkan veriyor, bu açıdan ”yaratıcı” kolajlar yapmaya çok elverişli. İlhan Mimaroğlu’nun müziğinde de kolaj çok önemli bir kavram. Tract, farklı türler, ses kaynakları, diller ve metinler arasında serbestçe gezinir mesela. Hem İlhan Bey’den referans alarak hem de belgeselin klasik kurallarından uzaklaşmak adına her türlü görsel ve işitsel kaynağı kullanmaya karar verdim. Konuşmaların duyulur olması ve ses dengesi önemli tabii ama görüntü kalitesini çok önemsemedim mesela… 

Grant Gee incelediğim isimlerden biri oldu, Radiohead belgeselini bile geçen yıllara rağmen çok önemli buluyorum. Ortalama işi olan Orhan Pamuk belgeseli de İstanbul’a farklı bir gözle bakar. Ama tabii ki Patience (After Sebald) bir başka.  The Caretaker’in de müzikleriyle hipnotize edici, bu benim de yakalamak istediğim bir duyguydu. Kurgucu Eytan İpeker ile bunu önemsedik. 

8MM arşiviyle çalışmaya karar verdikten sonra 20. yüzyılın ortasından itibaren 8MM denemeler yapan pek çok sinemacı koydum masaya ama Mekas tabii ki ayrı. Filmleri bana ‘home movie’ denen bazen sıradan bazen anlamlı arşivlere bakmayı da öğretmiştir. Mekas’a kaptırınca yazılarını da okuyorsunuz, orada ise beni etkileyen bir şey oldu. Mekas’ın deneysel sinemaya olan tutkusu ile İlhan Bey’in avangard müziğe olan tutkusu arasında benzerlikler var. Her ikisi de asla sözünü esirgemiyor. Mekas Brooklyn’de öldüğünde çok yakınlardaydık, nefis bir kitapçı olan Mast Books’un girişe Mekas masası koyduğunu gördüm. New York için anlamı farklıydı. Türkiye’ye döndükten sonra yazdığım sinema dergisi için kısa bir Mekas sözlüğü hazırladım veda için. Gee ve Mekas zihnimi açan isimler listesinde üst sıralardalar, tıpkı Polonya belgeselleri gibi.

İlhan Mimaroğlu’nun objektifinden eşi Güngör Mimaroğlu

Filmin görsel yapısıyla ilgili bir sorum daha olacak. Mimaroğlu’nun kamerasına yansıyanların yanı sıra güncel Manhattan çekimleri de görüyoruz, ki ben bunları birer vinyet olarak, teyelleme olarak okuyorum. Fakat belgeselin üçüncü bölümünde izleyiciyi şaşırtma potansiyeli olan çekimler devreye giriyor. Ses ve suret yine eşleştirilmiyor ancak mesafeli bir kamera açısıyla (final bölümünün büyüsünü bozmak istemiyorum) usulca yemeğini yiyen bir kadın görüyoruz. Görsel yapıdaki bu kırılma ile ilgili söyleyeceklerin var mı?

Türkiye Sineması’ndaki en ciddi problemin yeni şeyler denememek, risk almamak ve güvenli yollardan gitmek olduğunu düşünüyorum. Mimaroğlu risk almaktan çekinmediğim bir iş oldu. Övgü dolu bir anma filmi yapmayacaktım. Soğuk ve insan boyutu eksik bir formal deneme olsun da istemiyordum Üçüncü bölüm bu anlamda duygusal yoğunluğu ve şaşırtıcı diğer yönleriyle benim için riskti. Ona döneceğim… Vinyet, teyelleme çok güzel ifadeler. Arşivle yapılan hikaye anlatımına ara verme anlamı taşıyor genellikle ama rastgele seçilmiş yerler değil. Çiftin evinin civarında gezindi kameramız. Columbia Üniversitesi civarı, Harlem sokakları falan. Onların arşiv görüntülerinden net bir şekilde ayrılmasını istedim. Daha sade bir kamera kullanımı var onlarda, abartısız bir renk çalışması var. Sinemanın gücünü hatırlatmaktan ziyade bugünü gösterme  amacını taşıyorlar. Zamansal bir hatırlatma gibi. Üçüncü bölüm tabii ki ilk iki bölümün devamı ama farklı durmasını da istedim. Üzerinde en çok çalıştığım bölüm oldu aynı zamanda. Kurgucu Eytan’la birlikte saatlerce değil, günlerce tartıştık. Kurgusundan önce yürüyüş yaparken, kafede otururken sürekli sahneleri arka arkaya dizip izliyordum kafamda. Elimden kağıt kalem düşmedi. Üçüncü bölüm ‘bugüne’ ve eve dönüş anlamını taşıyor. Ama aynı zamanda ne bugüne ne de eve dönememe hali… Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayat kitabını okudum bu hafta, ‘eve dönüş’ meselesini tartışmış. O konuya çok kafa yorduğum için heyecanla okudum, önemli mesele. Bizim filmde biraz geçmişle hesaplaşma, biraz anılara dalma şeklinde görünüyor. Bu bölümde sadece bakış açısı değil, filmin tonu da değişiyor. Riskliydi ama çok değerli bir festival küratöründen, aile filmleriyle çağdaş müziği deneysel bir üslupta kurgulayan ve finalde duygusal bir şekilde aile meselesine bağlayan bu yapının özgünlüğüne dair çok mutlu eden yorumlar aldım. Sinemada şaşırmayı önemsiyorum. Belgeselde şaşırmayı daha çok seviyorum. Benim hikayelerimin bu potansiyeli vardı ve es geçmek istemedim.

“Mimaroğlu bir radikal; böyle keskin ve sert bir tavra sahip olmadan, geleneği bilerek yok saymadan yoktan yeni bir şey var etmek mümkün değil”

Mimaroğlu’nun Finnadar’ı kuruşunu nasıl değerlendiriyorsun? David Toop’a göre zamanının epey ötesinde kayıtlar yayınlanıyor bu ‘label’ ile. Joe Mardin de Atlantic Records bünyesinde böyle bir hamlenin var olabilmesini mucize olarak niteliyor. Yunus Tuncel ise Mimaroğlu’nun antikapitalist kimliğiyle çeliştiğini…

Joe Mardin’in filmde belirttiği gibi Atlantic bünyesinde Finnadar gibi avangard bir alt etiket oluşturmak dünyanın en zor işi olmalı. Öte yandan, bu sırada 70’li yıllardayız ve dinleyici farklı şeyler dinlemeye çok açık. Ama tabii bu uzun süre böyle gitmeyecek… Nasuhi Ertegün’ün İlhan Mimaroğlu’na olan derin saygısının da payı var bunda. Janis Siegel anlatmıştı, filmde yer veremedik: İlhan Bey’le ilk tanışmalarında, İlhan Bey yakında vokal kaydı yapan Siegel’ı ofisine davet ediyor ve kahve ikram ediyor. Sigara dumanından gözün gözü görmediği, karanlık bir odaymış. İlhan Bey’in karakteriyle de şirkette alternatif bir duruş sergilediğine hiç şüphe yok. İlhan Bey’in Amerikan kapitalizmiyle, piyasa standartlarıyla olan sınavları çok önemli tabii ama duruşundan ve müzik zevkinden ödün vermeden bu sınavları verdiğini düşünüyorum. Tabii ki her güzel şeyin bir sonu var. Belgeselimize de katkıda bulunan İdil Biret’e yazdığı sesli mektup hem içeriği hem de İlhan Bey’in sesinin tonuyla her şeyi özetliyor. Gün geliyor o avangard albümler eskisi kadar satmamaya başlıyor. Finnadar macerası, müzik tarihinde bir çağın bitişinin en önemli örneklerinden biri. 80’ler bana göre bazı açılardan serüvenciliğin bitişi anlamına geliyor.

Mimaroğlu’nun geleneksel olanla, klasikle hep bir hesaplaşması var. Gençliğinde konservatuar eğitimini reddedişi, filmde de gördüğümüz “measly mozart” tişörtü, Dubuffet’nin MOMA’daki Cocou Bazar Show‘unun müziklerini hazırlaması, “John Cage çalmak istiyordum, onlar ise Chopin istiyordu,” sözleri, Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi’ndeki öncü çalışmaları, 1970’lerde siyasi içerikli kompozisyonlara kayması… Senin gözünde, Mimaroğlu’nun mecazen ifade ettiği gibi bu müzikal anlamda bir “intihar” mıydı?

Müzik endüstrisi ve onu yaşatan nostaljik kulaklar çağdaş bestecileri mecazi anlamda ölmeye, yani yok olmaya, yani ‘intihara’ itiyordu. Özellikle işitsel serüvenlerin iyice yeraltına itildiği 80’lerden sonra, yani Finnadar’ın artık mümkün olamadığı bir dünyada. Çağdaş besteci ise ölmeye, yok edilmeye, ölmek zorunda kalmaya direniyordu. Mimaroğlu bir radikal; böyle keskin ve sert bir tavra sahip olmadan, geleneği bilerek yok saymadan yoktan yeni bir şey var etmek mümkün değil. Elektronik müziğin ilk zamanlarında bulunmuş, insanlara bu yeniliği anlatmaya çalışmış bir insandı Mimaroğlu. Sadece Elektronik Müzik kitabında değil, katıldığı bir televizyon programında da anlatmaya çalışıyordu… Sunucu, “Elektronik müzik biraz soğuk değil mi?” gibi bir soru sorar. İlhan Bey’in cevabı lezzetlidir: “Dondurma da soğuk ama güzeldir.”

İlhan Bey, çağdaş elektronik müziğin küçük bir çevrede sevilen ve dinlenen bir müzik olmasını istemiyordu. Zaten o küçük çevrelerle de arası hiç iyi olmadı. Adının müzik tarihinde geri planda kalmasının sebeplerinden biri bu olabilir. O, bence şehrin merkezindeki popüler, kalabalık konser salonlarında elektronik müzik festivalleri olmasını istiyordu. Bu ancak kısa bir süre mümkün olabildi. 

Mimaroğlu’nun üretimleri ve hayatına temas eden her şeyin kaleydoskopik bir etkisi var sanırım. Serdar, sen de ulaştığın, topladığın tüm verileri bir çiçek dürbünün içine atmışsın. Tek bir sallayışta ortaya çıkan görünümleri keyifle, bazen hipnoz olarak, sıklıkla da hüzünlenerek izledim. Başka çalışmalara kapı aralayacak denli zengin bir malzeme dağarcığından bahsediyorum. Bundan sonraki planların neler? Mimaroğlu’na dair düşündüğün başka projeler var mı? Festival(ler) süreci nasıl işliyor, ne zaman geniş kitlelere ulaşacak bu film?

İlhan Mimaroğlu sadece belgeselim için ilgilendiğim bir sanatçı değil. Bir isim ve konuyla sadece belgesel için ilgilenebileceğimi sanmıyorum. Sanırım hayat boyu ilgilendiğim şeyler üzerine film yapabilirim. 2017 yılından beri başta Elif, Dilek ve Esin olmak üzere geniş bir ekiple ciddi bir araştırma yürüttük. Arşivin toplanmasına katkıda bulunduysak ne mutlu bize! Tabii ki burada Rüstem Bey’in de desteğini anmak gerekiyor. Bu araştırmanın tamamının filmde yer bulduğunu söylemek yanlış olabilir. Film sonrası ilk adım bir arşiv sitesi olacak. Bu proje için Moon & Stars proje desteği aldık, filmde yer alan pek çok söyleşi ve görselin takip edileceği özgün bir arşiv sitesi olacak.

Bunun dışında, senin çok ilgini çekeceğini düşündüğüm bir proje daha var: Bir soundtrack albümü. Keşke Sub Rosa’dan çıksa ve remix’ler de olsa diyeyim… Belli olsun, ilk seninle paylaşacağım. 

İlhan Mimaroğlu’nun objektifinden eşi Güngör Mimaroğlu

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island gerçek bir ekip çalışması. En başta benim hayalci bir fikrimdi ama Esin Uslu ve Erdem Helvacıoğlu’nun desteği ve Güngör Mimaroğlu’nun güveni olmasa asla mümkün olmazdı. Dilek Aydın tabii ki bir yapımcıdan çok daha fazlası. Türkiye’de deneysel kısa filmler yapan çok fazla yapımcı yoktur herhalde. Elif Dizdaroğlu her aşamada yanımdaydı, senaryoda tıkandığım yerlerde hep ilham verdi; hem mesleğini, yani stylist’lik, yaptı hem de araştırmaları yürüttü. Erkal Taşkın profesyonel koşullarda sesleri aldı. Levent Türkan üç ülkede film için gezerken daima kamerasıyla yanımdaydı. Fikirleriyle filmi ileri taşıyan Murat Güneş’e, Levent Çetin’e, dünyada kurgu yapması en zevkli insan olan Eytan İpeker’e ve filmi bitirmemizi sağlayan, 10 dakikasını izleyip bize inanan ve hatta vizyon katan Buse Yıldırım’a teşekkür etmek isterim. Arşivcilerimiz Arthur J. Fournier ve Koray Kantarcıoğlu ise gizli kahramanlardır. Tıpkı filme ‘renk’ katan Yücel ve asistanlarımız gibi…

Gürcan Keltek’in filme desteği ve Giona A. Nazzaro’nun filme sahip çıkmasıyla dünya prömiyerini Visions du Réel’in Burning Lights bölümünde yapmamız harika bir başlangıç oldu. Ama yaz dönemi henüz belirsiz, sonbahar sonrası için ise Portekiz, Avusturya, Ermenistan, Almanya gibi ülkelerdeki festivallerle iletişim halindeyiz. İstanbul’da ise çok sevdiğimiz bir festivalde göstereceğiz, şimdiden heyecanlandırıyor bizi.

GALERİ