İki yakanın müzikli hikayesi: ‘Crossing The Bridge’ | Batıkan Baksı
“Konfüçyüs der ki; yeni gittiğiniz bir yerdeki kültürü, derinlikleri, sığlıkları anlamak için o ülkenin müziğini dinleyin.”
Sizden İstanbul’u anlatan bir şarkı yapmanızı isteselerdi, bu şarkının türü ne olurdu? Caz? Rock? Arabesk? Yoksa pop mu? Sizi bilmem ama bu soruya yanıt vermek benim için çok zor. İstanbul öyle bir şehir ki 10 dakika sonra başınıza ne geleceğini asla bilemezsiniz. Burası, hep geçtiğiniz sokağın sonunda neyle karşılaşacağınızı kestiremeyeceğiniz her anı heyecanlı, her köşesi gizem dolu bir metropol.
Milattan önceye dayanan tarihini düşününce bunun böyle olmasına çok da şaşırmıyorum. 26 yıllık ömrümde İstanbul’a karşı duyduğum heyecan ve tutku, her daim ilk günkü gibi… Eş-dost sohbetlerinde hep anlatırım, İstanbul’u hiç bitmeyen bir şarkıya benzettiğimi. Hah! Benimki de laf, hangimiz böyle düşünmüyor ki? Hangimizin duyduğu anda Galata’nın bir köşesinden İstanbul’u izlediğini hissettiği bir şarkısı yok mesela? Benim çok var. Rock’ın da cazın da arabeskin de ve hatta elektroniğin de böylesine yakıştığı, hem Doğu’nun hem Batı’nın hakkını vererek iç içe geçtiği bir şehrin daha olduğunu pek düşünmüyorum. Belki de ben abartıyorumdur ama günün birinde “Hadi bir Ege kasabasına yerleşelim!” cümlesini hiç kurmayacağıma eminim. Peki, ben durup dururken İstanbul’u neden övmeye başladım sizce? Tabii ki bir sebebi var bunun. Bu yazıyı yazarken yaklaşık 55 gündür evden dışarı çıkmadığımı, yaşadığım semtin sınırlarını terk etmediğimi ve İstanbul’un iki yakasındaki hayranı olduğum bölgeleri ziyaret edemediğimi pek hoş günler geçirmediğimi tahmin edebilirsiniz. Plak Mecmuası için başladığım bir yazı vardı geçtiğimiz günlerde. Yolu İstanbul’dan geçen şarkıları anlatacak, kendi favorilerim üzerinden bir liste hazırlayacaktım. Fakat o kadar çok şarkı vardı ki, birisini anlatsam diğerinin hatrı kalacaktı. Ben de bu yüzden o yazıyı başka bir zamana erteledim, kim bilir, belki de günü geldiğinde daha kapsamlı bir içerikle karşınıza çıkarım. Neyse.
Alexander Hacke’nin yerinde olsaydım ben de yeni sesler keşfetmek için İstanbul’a gelirdim, zira her sokağından farklı sesin çıktığı müzikal bir yelpazeyi dünyada bulmak zor
Geçenlerde plakların arasında kaybolurken içimden Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul‘un soundtrack’ini dinlemek geldi. Öylesine hayranı olduğum bir belgesel ki ne izlemeye ne de soundtrack’ini dinlemeye doyuyorum. Hazır evlere kapanmışken, bir de Türkiye müziğiyle alakalı çok da kapsamlı belgesellere rastlayamıyorken, henüz izleme fırsatı bulamayanları teşvik etmek, hem de bu harika playlist’e sahip filmin müziklerinden biraz bahsetmek istedim. Bu film, her ne kadar 15 sene öncesinin çalışması olsa da benim için hiç eskimeyecek işler arasında olacak.
İstanbul’un gün batımını evlere taşıyan plak rengiyle hem göze hem kulağa hitap eden Crossing the Bridge soundtrack’i hakkında konuşmaya başlamadan önce, film hakkında biraz bilgi vermek istiyorum: Almanya’da yaşayan Türk asıllı yönetmen Fatih Akın’ın çektiği Crossing the Bridge, Alman grup Einstürzende Neubauten’ın bas gitaristi Alexander Hacke’nin anlatımıyla şekilleniyor. İzleyicisine 90 dakikalık hem görsel hem de işitsel bir şölen sunan belgesel, İstanbul’un müzik kültürünü çeşitli tarz ve sanatçılarla gözler önüne seriyor. İlk izlediğim zamanı hatırlıyorum da, gerçekten nutkum tutulmuştu. Fatih Akın’ı kıskandığımı da söylemekte sakınca bulmuyorum! “Keşke bu filmi ben çekebilseydim,” cümlesi, filmin afişini bile gördüğümde hep dilimin ucuna geliyor. Ne yalan söyleyeyim, Alexander Hacke’nin yerinde olsaydım ben de yeni sesler keşfetmek için İstanbul’a gelirdim, zira her sokağından farklı sesin çıktığı müzikal bir yelpazeyi dünyada bulmak zor. Sadece İstiklal Caddesi’ne çıktığınızda (eski İstiklal’den bahsediyorum) kafelerden, barlardan, müzik mağazalarından duyduğunuz birbirinden farklı sesin harika uyumu bile bu söylediğimi kanıtlar nitelikte. Birisinin müzik çalmasına da gerek yok bence, çünkü bu şehrin kendiliğinden oluşan doğal bir müziği var. Bizim gibi yaşam damarlarından biri de müzik olan kişiler için bunun hissettirdiğiyse paha biçilmez. Biraz uzatıyorum ama bunca zaman evden çıkmayınca, Oğuz Atay’ın da dediği gibi “insan anlatmak istiyor”.
Crossing the Bridge’in içinde kimler yok ki? Ceza’dan BaBaZuLa’ya, Duman’dan Sezen Aksu’ya, Sertab Erener’den Replikas’a, Orhan Gencebay’dan Müzeyyen Senar’a… Üstelik sadece bu film için kaydedilen canlı performanslar, belgeselin doğallığına doğallık katıyor. Fatih Akın’ın Duvara Karşı’dan sonra çektiği ve Cannes Film Festivali’nde de gösterilen belgesel, İstanbul’un müziğini kültürel, sosyal ve siyasi açılardan seyirciye / dinleyiciye layığıyla aktarıyor. Ayrıca filmin birçok noktasında Duvara Karşı’dan izler de görmek mümkün. Çok vakit kaybetmeden, 90 dakikalık filmin 18 şarkılık playlist’ini incelemeye ve anlatmaya başlıyorum. Filmdeki sıraya göre değil, turuncu renkteki plağındaki sıraya göre anlatacağım… Kemerlerinizi bağlayın, gözlerinizi kapatın ve İstanbul’u bir tepeden dinlemeye hazır olun!
Kaan Tangöze’nin hızlı mı hızlı girişiyle ‘İstanbul’, enerjik yapısıyla şehrin tüm yüzlerini bir dakika otuz altı saniyeye sığdırmayı başarıyor
İlk plağın A yüzünü döndürmeye başladığımızda Madonna’nın 2000 yılına damgasını vuran “Music” şarkısının müziğini duyuyoruz. Kimimiz “Bu şarkıyı nereden tanıyorum?” diye bir kulak kabartıyor, çünkü ne vokal ne de müzik bildiğimiz “Music”! Şarkıdaki ses, Sertab Erener’in! Erener’in harika vokaliyle şekillenen şarkı, İstanbul’un oryantalist yapısını da çaldığı odanın içerisine dolduruyor. Biraz elektronik biraz makamlı müziğiyle “Music”, yaz aylarının hareketli gecelerini hatırlatıyor bana. Gözümün önünde hızla gidip gelen araba farları beliriyor. Ardından gecenin karanlığına karışıyoruz.
Sırada en sevdiğim gruplardan biri var. Hem de en sevdiğim çalışmalarından birinin bu film için canlı olarak kaydedilmiş performansıyla: BaBaZuLa’dan “Tavus Havası”. Saykodelik işlerin İstanbul’a ne kadar yakıştığını her fırsatta dile getiren biri olarak, bu şarkının da buram buram İstanbul koktuğunu söylemem yanlış olmaz. Çılgın synth notaları ve aksak ritimler; omuzlarımın ve kafamın ahenkle oynamasını sağlıyor. Hem de dinlediğim ilk günden beri! Murat Ertel ve Levent Akman’ın harika işi, yerini bir başka harika gruba, Orient Expressions’a bırakıyor. “Istanbul 1:26 A.M.”i dinlerken gözlerinizi kapatıp Karaköy civarında dolaştığınızı hissetmenizi istiyorum. Çünkü bu çalışma bana göre ilk saniyesinden itibaren oranın fon müziği. Uzaktan gelen ney sesleri, aksak ritmi, saksafon solosu ve elektronik altyapısıyla bir İstanbul gecesinin özeti. 2004’te Doublemoon etiketiyle çıkardıkları Divan albümünün üçüncü şarkısı olan bu çalışma etnik-elektronik müziğin en özel örneklerinden. Ben bu yüzün nasıl bittiğini anlayamazken, A yüzünü kapatan ve Duman’ın yine bu film için canlı olarak kaydedilen performansıyla irkiliyorum. Kaan Tangöze’nin hızlı mı hızlı girişiyle “İstanbul”, enerjik yapısıyla şehrin tüm yüzlerini bir dakika otuz altı saniyeye sığdırmayı başarıyor.
B yüzüne döndüğümüzde, çok sevdiğim bir grupla karşılaşıyorum. İstanbul’un havasına karışan en harika notaları bir araya getiren Replikas’ın jam session havasındaki enstrümantal “Şahar Dağı” parçası, grup tarafından bu film için canlı kaydedilmiş. “Şahar Dağı”, her dinlediğimde “Keşke Replikas bir konser verse de dinlerken biraz dağıtsak,” diye hayıflanmadan edemediğim çalışmalardan. “Şahar Dağı”, yerini o dönem için çok yeni olan, bugün ise artık efsaneleşmiş bir albümde yer alan bir şarkıya bırakıyor. Türkçe rap’in önde gelen isimlerinden Ceza’nın Rapstar albümünün üçüncü şarkısı “Holocaust”, ritmik yapısıyla İstanbul’un dinamizmine en çok yakışan rap şarkılardan. Çoğu kişinin Ceza dendiği vakit aklına gelen ilk şarkı olan “Holocaust”, Türkçe rap’e Ceza tarafından verilen en özel hediyelerden biri bence.
İstanbul’un bir günü gibi hızlıca akıp giden şarkı listesinde sıra yine etnik-elektronik bir çalışmada. Mercan Dede sever misiniz bilmiyorum ama ben bayılıyorum! Eğer bu belgesel değil de İstanbul’da geçen bir Batı sineması örneği olsaydı, Mercan Dede’nin “Ab-ı Hayat” parçası kesin o filmin de soundtrack’inde yer alırdı. Gözlerinizi kapatıp müziği dinlemeye başladığınızda, tarihi yarımadayı kuş bakışı görmeniz an meselesi adeta. Etnik müzik demişken… İstanbul’un zengin etnik yapısı arasında Roman müziğini de unutmamak gerek. Alexander Hacke de bunun farkında olmalı ki bu müziği en iyi şekilde icra eden bir virtüözün kapısını çalmayı unutmamış. Özellikle Kemal Sunal’ın başrolünde oynadığı ünlü Süt Kardeşler filminden tanıdığımız Klasik Türk Müziği eseri “Kürdili Hicazkar Longa”, Selim Sesler’in klarnetinden böylece çıkıvermiş. Selim Sesler demişken; sanatçının bu çalışmada iki eserle karşımıza çıktığını söylemeden geçmeyeyim. İlk plağın son şarkısında coşkulu bir düğün kesitiyle karşılaşıyoruz. Oldukça şenlikli bir düğün olduğunu filmde gösterilen kareden de anlıyoruz. Düğün kesiti biterken, B yüzü de sona eriyor, ilk plağı bir çırpıda tabladan kaldırıp, ikinci plağı yerleştiriyorum.
Müzeyyen Senar, filmde tüm asaletiyle, arkasında Selim Sesler ve ekibiyle Nesimi’nin meşhur nefesini icra ederken, elinden rakı kadehini hiç bırakmaz şarkı boyunca
İkinci plak da aynı ilki gibi, İstanbul’un gün batımından farksız rengiyle turuncu olarak karşımıza çıkıyor. Bir Rumeli türküsüyle bize selam çakan Selim Sesler ikinci plağın açılışını yapıyor. Hem de BaBaZuLa’yla çalışmalarından da çok iyi tanıdığımız Kanadalı sanatçı Brenna MacCrimmon’ın da eşlik ettiği “Penceresi Yola Karşı”yla! Burada değinmem gereken bir ayrıntı var: Sıralamada “Penceresi Yola Karşı” B yüzünün son şarkısı olarak gözükürken, bendeki plakta C yüzünün ilk şarkısı… Bir tür basım hatası olsa gerek. Zira kartonetin arkasında liste tam da söylediğim gibi akıyor, ben plaktaki sıralamaya göre anlatıyorum…
Oynak ritimli türkü, belki de çalışmanın içinde en sevdiğim performansa bırakıyor yerini. 1996’dan beri İstanbul’un sokaklarında ve çeşitli performans mekanlarında söyledikleri şarkılarla bir nevi şehir ozanlığı yapan Siya Siyabend’in en özel şarkılarından biri olan “Hayyam”ı duyuyoruz. Akustik gitarla açılan, canlı olarak kaydedilen ve araya Nokia’nın klasikleşmiş monofonik zil sesinin de karıştığı harika performans, İstanbul’da bir gün batımında çıkıyor karşımıza. İstiklal Caddesi’nin hemen arka sokağında, Odakule’nin kenarında oturan Bizon Murat ve arkadaşlarının “sözde dünyanın sahiplerine” seslendiği çalışma, Siya Siyabend dendiğinde akıllara ilk gelen şarkılardan. Plağın bu yüzü tamamen canlı kaydedilen parçalardan oluşuyor. Şimdi sırada kısa ve hakkında çok da bir bilgiye sahip olmadığım bir şarkı var. Nur Ceylan tarafından yine Odakule geçidinde bağlama eşliğinde çalınarak söylenen “Böyle Olur Mu?”, filmde İstanbul’un kenar mahallelerinden görüntüler eşliğinde kulağımıza geliyor.
Yukarıda İstanbul’un etnik zenginliğinden bahsetmiştim, listemiz yine İstanbul’un etnik müzikleriyle devam ediyor. Filmin müzikleri arasında canlı performansı en farklı yerlerden birinde kaydedilmiş bir şarkıyla. Aynur Doğan’ın hamamda bir bağlama eşliğinde söylediği “Ehmedo”, doğal bir akustikle kaydedilmiş ve bu harika olmuş. Sıra geldi C yüzünün kapanışına yakışan bir çalışmaya. Orhan Gencebay’ın canlı performanslarına çok sık rastlamayız. Bu yüzden bu, ilk duyduğumda beni heyecanlandıran bir çalışma olmuştu. Kendisinin “sırdaşı” olarak tanımladığı 38 yıllık bağlamasıyla çaldığı “Hatasız Kul Olmaz”ın nasıl başlayıp, nasıl bittiğini insan anlamıyor bile.
İkinci plağın ikinci yüzüne, yani albümün D yüzüne geçtiğimde, adeta bir yıldızlar karmasıyla karşılaşıyorum. İlk şarkı, Müzeyyen Senar’ın o çok meşhur, kafasının üstünde rakı kadehini döndürdüğü görüntülere ev sahipliği yapan “Haydar Haydar”. Senar, filmde tüm asaletiyle, arkasında Selim Sesler ve ekibiyle Nesimi’nin meşhur nefesini icra ederken, elinden rakı kadehini hiç bırakmaz şarkı boyunca. Şarkısını söyledikten sonra, şarkı boyunca elinde tuttuğu kadehi kafasının üzerinde akrobatik bir hareketle döndürür ve kafasına diker. Bardağı da kenara fırlatır. Filme dair en güzel anlardan birisi de budur bence.
Plak tüm hızıyla dönerken, sırada başka bir yıldız var. Sezen Aksu’nun 1989 yılında çıkardığı Sezen Aksu Söylüyor albümünde yer alan Arto Tunçboyacıyan ve Aysel Gürel eseri “İstanbul Hatırası”nı canlı olarak yine Sezen Aksu’nun ağzından dinliyoruz. Arkadaki elektrik piyanonun bol distortion’lı tonları ve Ara Güler’in çektiği eski İstanbul fotoğrafları eşliğinde. Bence orijinal halinden kat be kat güzel bu hali…
Zamanı durdurma etkisi olan bu performansın ardından şimdi İstanbul Boğazı’nın ortasında İstanbul’u dinleme sırası! Dalga sesleri kulağımıza çalınırken inceden, tanıdık bir elektro bağlama duymaya başlıyoruz. Hafif rüzgar eşliğinde, ağır bir ritim ile başlayan “Cecom”, BaBaZuLa’nın harika çalışmalarından biri. Ve emin olun, bu atmosferdeki canlı performansını hiçbir performansa değişmem! Brenna MacCrimmon’ın harika vokali, Murat Ertel’in hipnotik performansıyla duygularımı alt üst ediyor “Cecom”. BaBaZuLa’nın bu çalışması filmde, gün batımı sırasında çalınıyordu. Bu saat dilimine daha iyi yakışabilecek bir şarkı bilmiyorum bu listede. “Cecom” bitiyor, albüm başladığı şarkının, Sertab Erener’in “Music” cover’ının radyo versiyonuyla tamamlanıyor. Bizim de kulağımızda bir müzik şöleninin etkisi kalıyor.
Ne zaman dünyadan kopmaya ihtiyaç duysam, açıp açıp izlediğim, izleyemiyorsam mutlaka pikabın tablasına yerleştirdiğim bir çalışma Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul. Ben Fatih Akın’ın yerinde olsaydım ve bu filmi çekseydim, hangi şarkıları koyardım bilmiyorum ama muhtemelen bu şarkılara çok yakın eserler olurdu. Dışarıda gezmeye hasret kaldığımız bugünlerde, İstanbul’un sokaklarını arşınlayamadığımız her geçen gün bu soundtrack’i dinlemeye daha da ihtiyaç duyuyorum. Ne zaman sokağa istediğimiz gibi çıkacağımızı kestiremesem de iki yakanın seslerini dinleyeceğim ve onlara eşlik edeceğim günü heyecanla bekliyorum. Hep söylediğim gibi, çok güzel ve müzikli günler bizi bekliyor. Ama o zamana kadar biraz sabır… Siz de eğer İstanbul’un seslerini özlediyseniz, bu yazıdan sonra Crossing the Bridge’ı açıp anılarınızı tazeleyebilir, özleminizi biraz da olsa giderebilirsiniz. Şimdilik benden bu kadar. Bir sonraki yazıya kadar, müzik hayatınızdan hiç eksik olmasın!