Taner Öngür: “‘Water Cycle’, öncekilerden farklı bir albüm oldu”
Anadolu pop mu dersiniz, Türk saykodeliği mi dersiniz, Türkçe rock mı dersiniz… adına ne dersiniz bilmem ama bizim bu rock’n’roll cemaatimizin pek güzel, yorulmakbilmez bir ağabeyi var: Taner Öngür. Yıllardır Moğollar ile müziğimizde eşsiz izler bırakırken, dört bir yandaki sahnelerde hâlâ cayır cayır çalarken, haksızlığa uğramışlara korkmadan omuz verirken hep genç kaldı. 2017 yılından bu yana da 43,75 grubuyla beraber her yıl Tantana Records‘tan bir plak çıkarıyor. Bunların ilki, Elektrik Gramofon albümüydü ve bizi eski İstanbul şarkılarında bir yolculuğa çıkarıyordu. İkincisi, Sayko Ana; geçen yıl çıkan üçüncüsü ise Asrî Sadâ‘ydı ki Reşat Ekrem Koçu müzik yapsa herhaldeöyle bir albüm yapardı! Asrî Sadâ‘daki şarkılarda tarihimizdeki acayip vakalar, ilginç kişiler mevzubahis ediyordu Taner abi. Üstelik plağın beraberinde, şarkılarda anlatılan olay ve kişilerle ilgili haberlerin, yazıların da yer aldığı 16 sayfalık bir gazete de vardı.
Taner Öngür – 43,75 – Tantana Records işbirliğinden bu yıl nasıl bir iş çıkacağını daha Asrî Sadâ plakçı raflarına çıktığı günden beri merak ediyordum. Biraz vakit geçti, 2020 yılı geldi… Fakat koronavirüs pandemisi diye bir belayı da beraberinde getirdi. Hal böyleyken, Taner abinin bu yılı pas geçebileceğinden korkmadım değil. Ne ki, o, geleneği sürdürdü ve sonbaharda yine rock’n’roll eyledi: Taner Öngür & 43,75’in dördüncü Tantana Records albümü Water Cycle, ekim ayında biz müzik meftunlarıyla buluştu. Biz de Taner abiyle buluşup (tabii, görüntülü konuşmayla) Water Cycle albümünü, müzisyenlerin örgütlenme sorunlarını ve Taner abinin gelecek projelerini konuştuk.
Keyifli okumalar!
“Eskiden aklımda ‘Surfin’ Marmara’ diye enstrümantal bir proje yapmak vardı. Sırf sörf olmasın dedik; biraz saykedelik dokunuşlar, cazvari tınılar ekledik. Böyle bir albüm çıktı ortaya.”
Müsaadenle, hemen konuya girmek istiyorum abi… 43,75 grubuyla beraber Tantana Records’tan her yıl bir albüm çıkarman artık gelenek oldu. Bu yılı da boş geçmediniz ve ‘Water Cycle’ geldi. Bundan önceki albümler bana hep Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedi’sini ya da Salah Birsel’in denemelerini anımsatıyordu. Bir çeşit müzik tarihi araştırmasıydı aynı zamanda onlar… Fakat ‘Water Cycle’ın konsepti daha farklı sanki… Bu albümün hikayesi nedir?
Öncelikle Reşat Ekrem Koçu ve Salah Birsel gibi isimlerle andığın için bizim albümleri, teşekkür ederim. Haklısın, Water Cycle daha farklı bir albüm oldu. Eskiden aklımda “Surfin’ Marmara” diye enstrümantal bir proje yapmak vardı. Birçok enstrümantal parça bestelemiştim. O kadar çok birikmiş ki; bu yıl 43,75’ten Haluk (Önol) ile aralarından kimilerini seçtik… Sırf sörf de olmasın dedik; biraz saykedelik dokunuşlar, cazvari tınılar ekledik. Böyle bir albüm çıktı ortaya.
Albüm, pandemiden önce tamamlanmış mıydı yoksa pandemi sırasında mı kaydettiniz?
Besteler pandemiden önce hazırdı ama kayıtları pandemi sırasında yaptık. Burgazada’daki Cennet Bahçesi’nde çalacaktık 25 Haziran’da. PreSonus’un StudioLive serisinden bir mikser vardır orada; çok güzeldir. Altyapıları onunla, canlı çalarak kaydettik. Haluk hastaydı, o yüzden bas gitarda Arif Ortakmaç, davulda Kemal Küçükbakkal eşlik etti bana altyapıların kaydı sırasında. Sonra geldik Haluk iyileşince Heybeliada’da, benim evde üstyapıları kaydettik…
Pandemi, üretme şevkini hiç mi olumsuz etkilemedi abi?
Karantina önlemleri başlayınca birçok kişi evde oturmaktan, yalnız kalmaktan sıkıldı. Fakat ben zaten hep karantinada yaşıyormuşum, evden doğru dürüst çıkmıyormuşum, onu fark ettim. (Gülüyor) Bir tek Moğollar’la konserden konsere giderken çıkıyorum buradan, onun dışında hep Heybeliada’da, çoğunlukla da evimdeyim… O yüzden, pandemi başlayınca benim için değişen pek bir şey olmadı. Tabii konser veremez olduk, gereksiz kararnameler çıktı falan… O sinir bozucu bir şey. Ama buna rağmen Ağustos’un sonundan Eylül’ün ortasına kadar Cennet Bahçesi’nde birtakım sosyal mesafeli konserler yaptık.
Biri de son anda iptal oldu…
Evet, sonuncusu başlamasına az zaman kala iptal oldu. İki gün arka arkaya birbiriyle çelişen kararlar verildiği için garip bir şekilde, nihayetinde “Biz bunu yapmayalım, başımıza bela alacağız,” dedik ve iptal etmek durumunda kaldık. (Gülüyor)
Bu süreçte müzisyenlerin örgütlenme eksikliği, güçlü bir müzisyen sendikası olmaması gibi konular da çok tartışılır oldu… Sen bu konuda ne düşünüyorsun abi? Neden örgütlenemiyor müzisyenler? Hata nerede?
Hata, bunun bugün, pandemi olunca gündeme gelmesinde her şeyden önce… Ha, daha önce denenmedi mi bir müzisyen sendikası kurmak? Denendi, denenmedi değil. Eski bir müzisyenler sendikası var ama işlemiyor. Bu şekilde işlemesi de zor çünkü müzisyen deyince çok farklı kategoriler işin içine giriyor. Rock müzisyenleri var, pavyon müzisyenleri var, âşıklar, orkestra müzisyenleri var… Hepsinin aynı yerde toplanması mümkün değil. Sonra, bir de sahne emekçileri var. Sesçiler, roadie’lier… Hepsinin çıkarları, sorunları, dertleri ayrı. Ben diyorum ki, bunların hepsi ayrı ayrı küçük birlikler oluştursun. Rock müzisyenlerinin ayrı birliği, pavyon müzisyenlerinin ayrı birliği, sahne ve stüdyo emekçilerinin ayrı birliği olsun. Ondan sonra bir federasyon gibi ortak bir çatı altında birleşsinler. Tıpkı işçi sendikaları gibi. Öbür türlü ya çok kavga çıkar ya da örgüt işlemez, kısa sürede dağılır… Türkiye’de hep böyle oluyor. MESAM bile şu anda bir kayyum tarafından yönetiliyor. Seçilmiş yönetim kurulu ve başkanları atılmış halde. Kongre yapılması gerekiyordu MESAM’da, pandemi dolayısıyla belirsiz bir tarihe ertelendi. Fırsatını bulmuşken bunu böyle götürelim, diyorlar.
MESAM, MSG ve MÜYORBİR pandemi şartlarında müzisyenlere yeterince destek olmamakla da epey eleştirildi bu süreçte…
MESAM ve MSG telif kuruluşları; MÜYORBİR ise yorumcu birliği. İnsanlar kızıyor bu kuruluşlara, “Uyuyorlar mı!” diye çıkışıyor ama sosyal yardımlaşma kuruluşu ya da sendika değiller ki… Telif kuruluşları. Yani telif gelirlerini toplayıp sanatçılara ödeme yapıyorlar. Gerçi sosyal yardımlaşma çalışmaları da var ama asıl görevleri o değil, onlara bu açıdan kızmak çok doğru gelmiyor bana o yüzden.
“Nesrin Sipahi’ye bile ‘Turkish psychedelic’ diyorlar. Nesrin Sipahi’nin LSD etkisinde müzik yaptığını hiç sanmıyorum! (Gülüyor) E, o zaman ona saykodelik demek biraz saçma oluyor…”
Albümle başlamıştık, araya mühim konular girdi… Şimdi albümü konuşmaya dönelim. Tantana Records’tan ilk ‘Elektrik Gramofon’ albümünü çıkardın 2017’de, onu 2018’de ‘Sayko Ana’ ve 2019’da ‘Asrî Sadâ’ albümleri izledi. Üçü de 12 inç, 33 devir plak olarak basıldı. ‘Water Cycle’ı ise galiba daha farklı bir plak formatında göreceğiz?..
Ben oldumolası 10 inç plakları çok severim. Kadıköy’deki bütün 10 inç’leri ben toplamış olabilirim! (Gülüyor) Water Cycle’ı da 10 inç, çift plak olarak çıkarmayı planladık. Bir de şeffaf olacak… Olabilirse tabii!
O ne demek, ‘Water Cycle’ı plak olarak görememe ihtimalimiz de mi var?
Plaklar yurtdışında basılıyor, malum. Gerçi Türkiye’de de Nora Plak, plak baskısı yapıyor ama maliyetler yine döviz üzerinden oluyor; bir tek gümrükten yırtıyorsun, o da öyle çok fark etmiyor… E, şimdi Euro da alıp başını gitti, haliyle plak bastırmak mali açıdan çok zorlaştı. O yüzden Tantana Records’tan Reha (Öztunalı) bir çıkar yol aradı, sonuçta Diggers Factory diye bir oluşum buldu. Sen bir sanatçı ya da plak şirketi olarak plak projeni onlara gönderiyorsun, onlar da plağını belirli bir süre için ön siparişe açıyor. Ön sipariş belirli bir sayıya ulaşırsa plağı basıyorlar. Water Cycle için onlarla 500 plak üzerinden konuştuk, eğer 270 adet önsipariş olursa az önce anlattığım formatta basacaklar… Ama ne yazık ki henüz bu sayıdan çok çok uzağız ve epey az zamanımız kaldı. Yani bu işin başarıyla sonuçlanacağını sanmıyorum. B planımız nedir? Onu düşüneceğiz… Belki 10 inç çift plak olarak değil de tek bir 12 inç plak olarak çıkaracağız ya da hiç plak olarak çıkarmayacağız. Yapacak bir şey yok, zengin değiliz ki! (Gülüyor)
Albümün adı İngilizce, şarkıların adı İngilizce, bir de enstrümantal bir albüm… Biraz yurtdışına yönelik bir albüm galiba ‘Water Cycle’, öyle mi?
Evet, Reha’nın fikriydi o. Benim de aklıma yattı. Zaten enstrümantal, yurtdışında ilgi çekebilir, diye düşündük. Ama o kadar çok iş çıkıyor ki yurtdışında da, öyle çok ilgi çekmesi biraz zor açıkçası… Aslında Avrupa’da moda olan ‘Anatolian rock’, ‘Turkish psychedelic’ gibi kategorilere uygun bir şey yapabilirdim ve o zaman daha fazla dikkat çekerdi ama albümü öyle bir kalıba sokmak istemedim. Bu albümdeki parçaların her birinin kendine has bir havası, tarzı oldu. Tamamen serbest bir çalışma yani Water Cycle…
Avrupa’daki bu ‘Turkish psychedelic’, yani ‘Türk saykodeliği’ modası için ne düşünüyorsun, yeri gelmişken?
Ona Sayko Ana albümüyle bir cevap vermiştik aslında. Plağın arkasında yazmıştık, “Saykodelik kelimesi öyle ayağa düştü ki…” diye. Kimi Avrupalı siteler, YouTube kanalları görüyorum; Nesrin Sipahi’ye bile “Turkish psychedelic” diyorlar. Nesrin Sipahi’nin LSD etkisinde müzik yaptığını hiç sanmıyorum! (Gülüyor) E, o zaman ona saykodelik demek biraz saçma oluyor… Demek ki saykodelik kavramı Batı’da da dejenere olmuş, tam olarak bilmiyorlar. Şu anda tüm dünyada tamamen anlamının dışında kullanılıyor. Herkes her şeye saykodelik diyor. Türk saykodeliği ya da Anadolu rock, Anadolu pop için de bu durum farklı değil.
Peki, bütün bu kavramların bugün yanlış kullanılması çok önemli bir şey mi?
Anadolu rock ve Anadolu pop kavramlarını ilk yumurtlayan kişi bendim. O zaman da önemli görmüyordum, bugün de görmüyorum. Mucidi ben olmama rağmen müzik üretimi açısından ciddiye almıyorum o kavramları. Çünkü her şarkı, her albüm kendine özgüdür. Kimse belirli kalıpların içine sokulamaz. Ama sonuçta müziği kategorize etmeye yarıyor bunlar, müzik tarihi yazımında kullanılıyor… Ayrıca, müziğin pazarlanmasında da kullanılıyor. Yani sen ‘Turkish psychedelic’ etiketini yapıştırdın mı Avrupa’da alıcı buluyorsun. Ben biraz o yüzden üzerine gidiyorum bu konunun. Sayko Ana mesela, evet, sahiden bir ‘sayko’ hayal etmiştim de o ismi almıştı. Hani, “Sayko herifin teki!” deriz ya. Anadolu’yu da öyle düşünmüştüm: Yaşlı, şişman bir kadın. Bir sürü çocuğu, torunları var. Hem şefkatli hem de komplolar düzenleyip çocuklarını, torunlarını birbirine düşürüyor. Kaçak inşaatlar yapıp yolunu buluyor, avanta yiyor… Benim düş dünyamda Anadolu böyleydi, bir ‘Sayko Ana’ydı; şefkatli ve aynı zamanda yaşadığımız tüm çirkinliklerin nedeni… Bununla beraber, ‘sayko’ kelimesi, saykodeliğe gönderme de içeriyordu tabii ki. Dalga geçmek, ti’ye almak istemiştim biraz. Anlamını yitirdi çünkü o kelime.
Anadolu pop ya da bir başka deyişle Türk saykodeliği, en iyi örneklerini 60’larda ve 70’lerde verdi. Sizler yaptınız; Moğollar, Dervişan, Barış Manço, Cem Karaca… Bir yerden sonra bitti. Ancak 2000’lerin ortalarından itibaren genç gruplar yeniden o tarza yöneldiler. Bir kısmı sahiden özgün işler yapıyor fakat büyük bir kısmı da var ki taklitten öteye geçemiyor, neredeyse ‘tribute grubu’ gibiler. Yine de çok geniş kitlelere ulaşıyor, büyük ilgi topluyorlar. Bu tuhaf bir durum değil mi?
Haklısın ama bunlar anormal şeyler değil. En azından ben, yıllardır müzik dünyasının içinde olduğum için, bunlara şaşırmıyorum. Ayırt etmek ve doğru değer biçebilmek, müzik dinleyicisinin ve bu konulara kafa yoran müzisyenlerin yetkinliğine kalmış… Her devirde birtakım özgün işler çıkar, sevilir; eskiden beğenilen işler de bazen yeniden ilgi görür. E, bundan yararlanmak isteyenler ve bu eski işleri sadece taklit edenler de olur haliyle. Bazısı da taklit etmekten keyif alır, sahnede bir samimiyet yakalar, neden olmasın? Mesela Altın Gün öyle bir deneyim. Hollanda’daki bir prodüktörün projesi esasında ve repertuarları çok sıradan; Avrupa’daki Türk düğünlerinin repertuarından farkı yok… Ama güzel işleyen bir proje oldu çünkü çok güzel canlı performans sergiliyorlar. İyi çalıyorlar. Üç gece üst üste Salon İKSV’yi doldurmayı başarmışlardı, çok hoşuma gitmişti. Orada genelde avangart İngiliz grupları falan çalar, Altın Gün aynı mekanda üç gece üst üste bir Avrupa’da Türk düğünü repertuarı dinletti. (Gülüyor)
Aklıma şu geldi: Sen ve senin neslin kendinden sonraki sayısız müzisyeni etkilediniz, hâlâ etkiliyorsunuz; peki onlar da seni etkiliyor mu, sana ilham veriyorlar mı?
Etkilemez, ilham vermez olurlar mı! Mesela Gaye Su Akyol’un müziğini çok seviyorum. Özellikle Ali Güçlü Şimşek gitar sound’larını, buluşlarını epey beğeniyorum. Bende yeni fikirler de uyandırıyor. “Vay,” diyorum, “iyi numaralar, ben de kullanayım!” (Gülüyor)
O da seviyor sörf gitarını senin gibi…
Tabii. Aşağı yukarı aynı şeylerle ilgileniyoruz… Sadece Ali Güçlü Şimşek’i değil ama, bir grup olarak çok beğeniyorum onları. Aralarında çok iyi bir kimya var. Şarkılarının düzenlemeleri de çok iyi. Sadece Gaye ve ekibi değil, başka çok iyi genç gruplar da var. Ayyuka mesela… Son albümleri Maslak Halayı’nı çok beğendim. Gözyaşı Çetesi’ni beğeniyorum. Cennet Bahçesi’nde Barıştık Mı’yı dinledim; inanılmazdı, bayıldım.
“Turan Ensemble diye bir Kazak grubu buldum mesela, çok sevdim. O kadar sevdim ki, bir ara ‘Ulan acaba Turancı, ülkücü falan mı oluyorum?’ diye geçirdim içimden hatta!”
Gene daldan dala atlayalım, ‘Water Cycle’ albümüne dönelim ve birkaç şarkının hikayesini konuşalım istiyorum. “Gallop” ve “Eagle Fly” ile başlayalım, Orta Asya esintileri var…
Doğru. Geçen kış biraz Orta Asya, Tacikistan ve Rus müzikleriyle haşır neşir oldum. Önce Otava Yo diye Moskovalı bir Rus grubu keşfettim; 19. yüzyıl Rus halk şarkılarını çok güzel bir enerjiyle, rock biçiminde yeniden yorumluyorlar. Sonra Asya’ya doğru uzanayım dedim,YouTube’da ve başka mecralarda uzun geceler geçirdim… (Gülüyor) O gecelerden birinde Turan Ensemble diye bir Kazak grubu buldum mesela, çok sevdim. O kadar sevdim ki bir ara “Ulan acaba Turancı, ülkücü falan mı oluyorum?” diye geçirdim içimden hatta! (Gülüyor) Şaka bir yana, gerçekten güzel müzik yapan Moğol grupları, Kafkas grupları buldum. İşte, “Gallop” ve “Eagle Fly” şarkılarında da o coğrafyaların, o grupların etkisi var biraz… Şimdi adını anımsayamadığım Kafkasyalı bir müzisyenin provasında duyduklarımdan bas riff’i çıkardım, onun üzerine melodiler falan geldi ve “Gallop” oldu. “Eagle Fly” şarkısının hikayesi ise Moğolistan’a uzanıyor. Altı – yedi sene önce Moğollar olarak Moğolistan’da çalmıştık. Tabii, biraz gezmiştik de… Devasa bir atlı Cengiz Han heykeli vardı; içine giriyorsun, atın kafasından dışarıya bakıyorsun falan… Kartalcılar vardı orada; adama para veriyorsun, koluna koruyucu deri takıyor ve kartal senin kolunda duruyor, sonra kolundan havalanıp uçuyor. “Eagle Fly” şarkısını yaparken aklımda o vardı, şarkının ritmi de kartal uçuşuna uygun oldu. İşte, “Gallop” ve “Eagle Fly” şarkılarının hikayeleri bu.
“Gallop” ve “Eagle Fly” ne kadar Asyalı’ysa, o kadar Batılı bir “Cafeteria Bab” şarkısı var. Bab Kafe, Beyoğlu’nda meşhur bir kafeymiş… Bu kafenin önemini, şarkının da hikayesini anlatır mısın?
1960’ların popüler kafeteryalarından biriydi. Emek Sineması’nın sokağının sonunda, sağda kalırdı. Büyük bir yerdi. 50’lerin o rock’n’roll mobilyalarıyla dekore edilmişti. Moğollar’ın ilk ekibi, orada toplanırdık hep. Zaten beat kuşağının uğrak mekanlarından biriydi. O şarkı da tam 60’ların beat tarzında olmuştu. Bana o kafeteryayı anımsattı, ben de şarkıya “Cafeteria Bab” ismini verdim. Belki o yıllarda oraya gitmiş olanlar da şarkıyı dinleyince o günleri anımsarlar.
Beat kuşağı demişken, bir de The Beatles’ın “I Am The Walrus” şarkısını yorumlamışsınız. Albümün kapanış parçası…
Evet, onu uzun süre önce, “Neden enstrümantal ‘I Am The Walrus’ olmasın ki?” diye düşünüp yapmıştım. “I Am The Walrus” sonuna doğru gitgide karışır, saykodelik bir ortama doğru gider… Fakat çok ilginç bir akor yapısı vardır. La majörden başlar, sürekli aşağı gider, sonra tekrar La majöre gelir. Ama şarkıdaki orkestra sesleri de La majör’den başlayıp hep yukarı çıkar. Böyle bir döngü vardır. Benim yorumumun sonundaki saykodelik ortamın aslında The Beatles’ınkiyle alakası yok ama o döngüden faydalandım. Tabii işin içine bir sürü efekt falan da girdi… İki gitar kanalı çaldım, onlara ‘reverse’ uyguladım ki The Beatles’ın da çok yaptığı bir şeydir. Sonuçta, eğlendim yani o “I Am The Walrus” yorumunu yaparken; hâlâ dinlemek hoşuma gidiyor, mutlu oluyorum.
Albümdeki bir başka yorum da “Mera Joota Hai Japani” parçası. Melodisini herkesin bildiği ama adını kimsenin bilmediği şarkılardandır…
Raj Kapoor’u bilirsin, Hint sinemasının öncüsü… Charlie Chaplin’in Şarlo’suyla bizim Sadri Alışık’ın Turist Ömer’inin karışımı gibi kült bir karakter yaratmıştır. Hemen her filminde de aynı karakteri oynar. Onun Shree 420 diye meşhur bir filmi var, “Mera Joota Hai Japani” de o filmin müziği aslen. Sözleri de çok güzel; “Pantolonum İngiliz, ayakkabım İtalyan, şapkam Japon ama kalbim Hindistan’da,” diyor. (Gülüyor) Ama melodisi çok hoşuma gitti asıl… O yüzden aldım albüme. Zaten Hint müzikleri hep ilgimi çekmiştir benim çünkü beklenmedik melodi değişimleri olur ve bu bize de hiç yabancı değil. Bir ara sadece Raj Kapoor şarkılarından oluşan bir albüm yapmayı bile düşünmüştüm.
‘Asrî Sadâ’ albümünde de Sadri Alışık’ın meşhur ettiği “Tophane Rıhtımı” şarkısını yorumlamıştın. Sadri Alışık’tan sonra bu albümde Raj Kapoor’la karşılaşmak çok hoşuma gitti benim. Bir devamlılık var gibi geldi. Merak ediyorum, acaba gelecek albümlerde başka bir coğrafyanın unutulmaz bir sinema karakterine rast gelir miyiz?
Onu şu an bilemiyorum… Geçen albümde Sadri Alışık, bu albümde Raj Kapoor, iyi denk geldi çünkü Sadri Alışık’ın Turist Ömer karakterini yaratırken Charlie Chaplin’den ve Raj Kapoor’dan etkilendiğini düşünüyorum. Ama yanlış anlaşılmasın; birebir taklit etmiyor… Turist Ömer tam bir İstanbul tiplemesi. Fakat Raj Kapoor’dan esinlenmiş. Zaten o “Tophane Rıhtımı” şarkısını yaptığı sıralarda, başka bir filmde “Avareyim” diye bir şarkı söylüyor. Onun aslı, Raj Kapoor’un Awaara filminde seslendirdiği meşhur “Avaramu” şarkısı. Raj Kapoor’un o filmi de şarkısı da Türkiye’de inanılmaz tutmuştu.
Bir de son olarak şu “Night at the Shipyard” şarkısının hikayesini merak ettim abi. Tersanede falan mı sabahladın, nereden çıktı o şarkı?
Ha, yok! (Gülüyor) Vapurda çıktı. Yıllar önce yaptığım bir şarkı… Akşam sekiz-dokuz gibi Karaköy’den vapurla Kadıköy’e geçiyordum. Vapurun kenarındaki banklar var ya, orada oturmuş, kamerayla çekim yapmıştım. Sonradan çektiğim filmi izlediğimde, vapurun ritmi bende kürek çekiyormuşum hissi uyandırdı. O hisle de “Night at the Shipyard” çıktı ortaya işte.
“Serap Yağız ile birlikte Anadolu rock klasiklerini yorumladığımız bir albüm yapıyoruz. Epey sert, hard rock tarzına yakın bir albüm oluyor.”
Şu şartlarda zor belki ama bu albümden herhangi bir parçaya klip gelecek mi?
Havalar bozmadan Cennet Bahçesi’nin denize bakan tarafına davulu, amfileri falan kurup bir çekim yaptık esasında. Ama klip değil de, albümden birkaç parçanın canlı performans kaydı oldu… Herhalde peyderpey yayınlayacağız onları.
Son olarak, sırada başka bir projen var mı diye sormuyorum, muhakkak vardır, peki nedir?
Serap Yağız ile birlikte Anadolu rock klasiklerini yorumladığımız bir albüm yapıyoruz, şu sıralar tamamen ona konsantre olmuş haldeyim. Epey sert, hard rock tarzına yakın bir albüm oluyor.
Albümde yer alacak parçalardan birkaç tanesini söyleyebilir misin bize?
Yoksulluk Kader Olamaz albümündeki “İşçi Marşı” var, bu döneme iyi geleceğini düşündüm. Onun bestesi bana aitti zaten, sözleri Can Yücel’in. Tülay German’ın Yunus’tan Nâzım’a albümünden iki parça var: “Urganda Gerdan İniler” ve “Yeniliğe Doğru”. “Yeniliğe Doğru” şarkısının sözleri Mevlana’nındır. Ben de yıllar önce bir Fitaş konserinde, ama Tülay German’ınkinden başka bir besteyle seslendirmiştim onu. Sonra, “Alageyik Destanı” var, Ersen & Dadaşlar ile yaptığımız “Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm” var… Yani, bir Anadolu rock klasikleri toplaması yapıyoruz ama çok başka düzenlemelerle.
İsmi belli mi bu albümün? Bir de, ne zaman dinleriz?
Henüz ismi belli değil. Fakat iddialı bir albüm oluyor, dikkatleri çekeceğini düşünüyorum. Ne zaman çıkar bilmiyorum ama az kaldı, kayıtları neredeyse bitirdik. Plak olarak da basalım, Serap’ın da bir plağı olsun istiyorum ama bu şartlarda kotarabilecek miyiz bakalım…
Eklemek istediğin bir şey yoksa, benim sorularım bu kadar abi. Ağzına sağlık, çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim, herkese selamlar ve sevgiler.