Salih Korkut Peker: “Denize Dik, Anadolu kökenli bir blues ve grunge albümü”
Geçenlerde Gevende’den tanıdığımız Ahmet Kenan Bilgiç‘in plak şirketi LU Records‘tan bir albüm çıktı: Salih Korkut Peker‘in ilk solo albümü Denize Dik. LU’dan ne çıksa mutlaka bir göz atarım gerçi ama Denize Dik, ismi ve kapak fotoğrafıyla ayrıca ilgimi çekti. Dinlemek üzere albümü açtığımda ise ilgim, yoğun bir meraka dönüştü. Zira Salih Korkut Peker, albümde Nirvana’nın “Something In The Way” şarkısını yorumlamıştı… Hem de Serkan Keskin ile birlikte.
Elektrikli cümbüş ile grunge olur mu? E, oluyormuş; hem de şahane oluyormuş! Cümbüş ile blues da oluyormuş. Zira Denize Dik ‘olmuş’ bir albüm ve onda grunge da var, blues da; melankoli de var, kalenderlik de…
Şimdi mikrofonu kendi önümden çekecek, Denize Dik’in yaratıcısı Salih Korkut Peker’in önüne koyacağım. Buyurun, Salih Korkut Peker ile Denize Dik söyleşimize!
“Rahatlıkla söyleyebilirim ki grunge benim müzikal yolculuğumda giydiğim ayakkabıdır. Yalın ayak yürümek istesem bile, o ayakkabıların kalıbının izi duracak”
Öncelikle, kimdir Salih Korkut Peker? En önemlisi, çocukluğunda neler dinlemiştir ve cümbüşe nasıl merak salmıştır?
41 yaşında, ömrünü Ayvalık-Ankara-İstanbul üçgeninde geçirdikten sonra İzmir’e kaçabilmiş bir müzik müptelasıyım. Geçtiğimiz 15 yıl içinde, indie rock’tan arabeske kadar uzanan çeşitli müzik projelerinde enstrümanist, şarkı yazarı ve aranjör olarak bulundum. Bunlardan biri olan Istanbul Arabesque Project ile dünyanın farklı köşelerinde yüzlerce konserde sahne aldım. 10 yıldır kayıt müzisyenliği yapıyorum ve bugüne kadar 50’den fazla dizi ve film müziğinde telli çalgılarla yer aldım. Şu an hem tek başıma, hem de Yasak Helva, Duble Salih ve Çalgiya İzmir projeleriyle yoluma devam ediyorum.
Çocukluğumuzda epey revaçta olan elektronik org ile müziğe daldım ama müzisyen olmayı hayal etme süreci, 14 yaşında Ankara’da bir ortaokul öğrencisiyken başladı. Çocukluğumda, annemin, babamın ve ablalarımın sayesinde kulağım Okay Temiz, Zülfü Livaneli, Yeni Türkü, 80’ler synth pop ve rock hitleri ile dolmuştu. Ama kendi irademle sahip olmak istediğim ilk kaset, Küçük Emrah’ın Ayrılamam albümü oldu.
1993 yılında Yeni Türkü’nün Aşk Yeniden albümü sayesinde klarnetçi olmaya karar verdim ve ilk iş, bir klarnet alana kadar blok flütle Yeni Türkü şarkılarının tamamını çalmaya girişmek oldu. Bir müddet klarnetle uğraştıktan sonra Erkan Oğur, Cengiz Onural, Erdinç Şenyaylar ve Levent Yüksel gibi multi enstrümanistlerden etkilenerek telli çalgılara yöneldim. 1995 yılında hayatıma gitarla birlikte rock, grunge ve thrash metal de girmeden hemen önce cümbüşle tanıştım. Bir Olacak O Kadar skecinde gördüm ve şekli çok ilgimi çekti. Babaanneme “Bu çalgı nedir?” diye sorduğumda bana “Cümbüş evladım” dedi. İlkönce bana şaka yaptığını sandım. “Cümbüş diye çalgı ismi olur mu?” diye düşündüm ve bu durum bende daha büyük bir merak uyandırdı. Aynı dönemde Levent Yüksel’in Med Cezir albümü çıktığında, kartonette “cümbüş” yazısını görüp albümü dinledikten sonra eski bir dostu görmüşüm gibi sevinip heyecan duyduğumu hatırlıyorum. Daha sonra bir Yunan kanalında Ara Dinkjian’ın bir canlı cümbüş solosunu dinleyip yine çok etkilendiğimde anladım ki bu çalgıyla bir gün aynı yolun yolcusu olacağız…
Denize Dik albümünde Nirvana’nın “Something In The Way” şarkısını yorumlaman insanları şaşırtmış gördüğüm kadarıyla. Nirvana ve daha genel anlamda grunge, senin müzikal yolculuğunda nerede duruyor?
Grunge, benim hayatıma Nirvana’nın In Utero albümüyle girdi. Nevermind’a dalış yapmam bunun bir yıl sonrasında oldu. Ama bu iki albümün arasında keşfettiğim ve “Bu benim müziğim!” dememi sağlayan, Soundgarden’ın Down on the Upside albümüydü. Gitarların dağınıklığı ve keskinliği, müzikteki adrenalin, müzisyenlerin duruşu, söyleyişi, beden dillerindeki ‘havalı avarelik’ beni kendine çekti. Kulaklar çok iddialı ve zeka pırıltılarıyla dolu bir müzik duyarken gözlerin salaş, berduş tipler görmesindeki zıtlığa hayran oldum. Yıllar ilerledikçe, 90’ların grunge albümlerindeki müzikal bakış açısının, benim hayatımı ifade etmek istediğim müzikle de birebir örtüştüğünü fark ettim. İşin içine geleneksel Anadolu çalgıları ve tavırları girse dahi, kendimi hep Nevermind, Superunknown ya da Ten albümlerinin bir parçasıymışım hissederek çaldığımı fark ettim. Rahatlıkla söyleyebilirim ki grunge benim müzikal yolculuğumda giydiğim ayakkabıdır. Yalın ayak yürümek istesem bile, o ayakkabıların kalıbının izi duracak.
Şarkıya Serkan Keskin nasıl dahil oldu?
Ahmet Kenan Bilgiç (LU Records), Serkan Keskin‘in parçaya bambaşka bir mod katacağını düşündü ve gidip Serkan ile konuştu. Ben, şarkıyı kendim söylemeye daha hevesli olmama rağmen, Serkan Keskin’i duyunca direkt olarak “Tamamdır!” dedim. Çünkü onun oyunculuğundaki enerjide ve oynadığı karakterlerde gösterişe yer vermeden etkileyici olmak ve acı dünyayla tatlı tatlı dalga geçmek var. Bunlar bence grunge ve cümbüşün ortak özellikleri. Kayıtlar bittikten sonra, kendi adımıza ne kadar doğru kahramanları bir arada gördüğümüzü fark etmek çok keyifliydi.
Daha önce Yasak Helva ve Duble Salih gibi iki projen vardı. ‘Denize Dik’ ise ilk solo albümün. Tek tabanca olmayı sevdin mi?
Aslında Duble Salih ve Yasak Helva, benim tek kişilik sahne performansımla yola koyulmamın hemen sonrasında dahil olduğum projeler… Fakat ikisi de çok büyük bir sinerjiyle başladığı için daha hızlı yürüdüler. Ben de o sırada tek başıma yapacağım şarkıları pişirmeye koyuldum.
Tek başına olmak hem çok rahat hem de çok gerilimli. Hem çok daha özgür hem de özgürlüğünün tadını dinleyiciye verebilmen açısından çok zor. Bu zıtlıklar zaten hayat boyu beni motive ettiği için, sahnede tek başıma olmayı da ayrı bir seviyorum. Ateşin başında hikayeleri dinlenen yaşlı adam motivasyonu var bunda. Her müzisyenin bir şekilde tatmasını, tatmaktan korkan varsa da korkularıyla yüzleşmesini tavsiye ederim.
“Bir turistin bir şehri gezip sevmesi kadar blues ya da bozlak dinleyip sevmişsen, çaldığın şeyin kıymeti de ancak turistik hediyelik eşya kadar olacaktır. Turistik gezi kadar değil, en azından o şehirde birkaç sene bulunmuş, iyisini kötüsünü yaşamış kadar dinlemiş ve çalmış olmak gerek”
Albümü baştan sona ilk dinlediğimde, Sait Faik müzik yapmış gibi hissettim. Onun üslubundaki o kalender melankoliyi duydum. ‘Denize Dik’in müzikal üslubunu albümü dinlememiş birine nasıl anlatırsın?
Çok teşekkür ederim, mutlu eden bir benzetme oldu benim için. Denize Dik’in tanıtım yazısındaki ifademi tekrarlayabilirim: Alaycılık, salaşlık ve melankoli aynı masada oturmuş yiyip, içip muhabbet ediyor, üçü de birbirine dünyayı gömüyor. Biraz daha somut, müzik etiketleri üzerinden konuşacak olursak da, Anadolu kökenli bir blues, grunge albümü oldu diyebilirim.
Albümün kapak fotoğrafı şahane. Fotoğrafın hikayesini anlatır mısın? Nerede çekildi? Kim çekti? O köpek dostumuz kimdir?
Çok teşekkürler… Fotoğrafı eşim Evrim Peker çekti. 3 yıl kadar önce, Ayvalık Badavut sahilinde yürüyorduk. Hava korkunç sıcaktı. Bir de baktık, bir sokak köpeği serinlemek için sahile gelmiş; millet sağında solunda yüzerken o da denize oturmuş keyif yapıyor. Gayet de hakkı olduğu şekilde, o tatlı, kirloş haliyle çekinmeden, insanlara aldırmadan denizin tadını çıkarıyordu. Hayvanların kendi ihtiyaçlarını esas alıp, her ortama kendilerini kaygısızca dahil edebilmesinin hayranları olarak, onu keyifle seyrettik. Albümün isminin Denize Dik olmasına karar verdiğim süreçte, bu fotoğraf aklımıza geldi ve isim ile bu köpeğin hikayesinin birbirine denk gelmesinden de ayrı bir heyecan duydum.
Özellikle “Yok Hoşgeldin” şarkısında bayağı bir blues eyliyorsun. Bir Türk enstrümanıyla rock’n’roll ve blues eylemenin teknik açıdan zorluğu var mı?
Ellerin ve kulakların, çaldığın çalgıyı ve dinlediğin müziği iyi tanıyorsa, çok zorluk çekmiyorsun. Ama tabii bu iki taraflı “iyi tanıma” durumunun olması için önceden vakit sarf etmiş olmalısın. Sadece bir çalgıya çok çalışmak değil, bir müzik türünü çok fazla ve çok severek, didik didik ederek dinlemek de önemli. Bir turistin bir şehri gezip sevmesi kadar blues ya da bozlak dinleyip sevmişsen, çaldığın şeyin kıymeti de ancak turistik hediyelik eşya kadar olacaktır. Turistik gezi kadar değil, en azından o şehirde birkaç sene bulunmuş, iyisini kötüsünü yaşamış kadar dinlemiş ve çalmış olmak gerek. Gerisini eller çözüyor.
‘Denize Dik’, LU Records’ta ilk albümün. LU Records ile çalışmak nasıldı ve başka projeler de görecek miyiz?
LU Records ile çalışmak istememin sebebi, sadece kendi kafamdaki müziğe destek olup, bu müziğin sunumu için yapıcı fikirlerle hareket etmeleri… Bir nevi “ortaklaşa bağımsızlık” oldu bu birliktelik. İşin içinde bir yapım şirketi olmasına rağmen müzisyenin kendini kırpıp biçmeden ifade edebilmesi çok rahatlatıcı bir duygu. Çünkü bağımsız bir müzisyenin, müziğini sunmak adına her aşamaya yetişebilmesinin imkanı yok. Bizim derdimizin çoğu, üretip çalıp söylemek olmalı.
Sonuçta, LU ile çok güzel bir başlangıç yaptık ve başka projelerde de birlikte çalışmak çok keyifli olacak.
Son olarak, elinde Alaaddin’in sihirli lambası olsa ve cin çıkıp “Bir müzik insanıyla şarkı yapacaksın, ölü ya da diri, seç birini” dese kimi seçerdin ve ortaya nasıl bir şarkı çıkardı?
Tanburi Cemil Bey ile birlikte epey depresif bir saz eseri kaydetmek isterdim. O yaylı tanbur, ben elektrik cümbüş… Tabii önce onu kayıt yapmaya ikna etmek gerekirdi. En nefret ettiği şeylerden biriymiş kayıt… Ama günümüzün kayıt koşullarını düşünecek olursak, ondan habersiz bir kayıt alıp sonra ona alıştıra alıştıra söylerdim sanırım.