[6. BLOK] Anadolu Cem
İstanbul’da yatmadığı hapishane kalmamıştı, Selimiye’den Davutpaşa’ya, Sağmalcılar’dan Sultanahmet’e… 12 Eylül askeri darbesinden sonra iktidara kurulanlar, insanlar arasındaki birlikteliği, dayanışmayı engelleyebilmek için içerde ve dışarda bilhassa sol örgütlere karşı böyle bir dağıt-böl-yönet politikası uyguluyordu.
Aynı dönemde bu uygulamaların bir parçası olarak kullanılan şeylerden biri de müzikti. Evet, müzik! Müzik direnenler için bir güçtü, türküler devrimci marşlar bir şeylere katlanabilmek için insanlara güç verirken, aynı zamanda hapishane yönetimi tarafından da kullanılan psikolojik işkence yöntemlerinden biriydi.
İdare bu yöntemi sistematik olarak uyguluyor, muhtelif şarkıları çok yüksek sesle koğuşlara yüksek wattlı hoparlörlerden mütemadiyen dinletiyorlardı. Bunlardan bir tanesi de Kenan Evren’in isteğiyle bestelenmiş, Müşerref Akay tarafından okunmuş “Türkiyem” şarkısıydı.
Bu insanlık dışı uygulama, bırakın sol görüşlü mahkûmları, artık askerlerin bile midesini bulandırır, dengesini bozar hale gelmişti. Uykusuzluk ve işkence ile özdeşleşen bu şarkılar, tüm o karanlık günlerde içerde olanlar gibi Cem’in de kafasında silinmemecesine nakşolmuştu.
1983 yılının bardaktan boşanırcasına yağışlı ve puslu bir günde tahliye oldu. Tam kendisini yeni bir hayatın beklediğini düşündüğü günlerde, eski dostlarıyla bir çay içmeye bile fırsat bulamadan askere götürdüler. Aslında üniversiteyi kazanmıştı, ama bir şekilde darbeyle değişen yasalar karşısında tecili hükümsüz sayıldı.
Terhis olduktan sonra yine üniversite sınavına girdi, yine kazandı, ama bu sefer de geçim derdi denen şey yakasına yapışmış ve okumasına izin vermemişti. Artık işsizlikten kıvranan bir toplumda, ticaret hayatı denen çamur güreşinin içindeydi.
Pasifik Müzik adında Bakırköy’de perakendeci dükkânı açtı, Bakırköy Marmara Çarşısında. Hem kaset hem de kitap satışı yapıyordu. O dönem oraların en fiyakalı dükkânı ise şüphesiz Piccatura. Buranın sahibi Mustafa Kaynakçı doğal olarak ilk hocasıydı, bu meslekte, en kritik şeyleri ondan öğrenmişti. Piccatura hem kendi yapımlarını hem de popüler malları büyük miktarlarda satarak piyasaya hakimken, Cem siyasi geçmişinden ve politik duruşundan ötürü solcu topluluk ve sanatçıların kasetlerini, marş albümlerini ve sol kitapları alıp satıyordu, daha ziyade.
Bir gün bir arkadaş tavsiyesiyle iki kişi çıkagelmiş dükkanına. Ahmet Kaya adında genç bir müzisyen, yanında da yakın dostu Hasan Hüseyin Demirel. Bir albüm yapmışlar Ağlama Bebeğim adında, bir koli de (200 adet) kaset bastırmış, sahiplenecek yer arıyorlar. Sohbet ilerleyince Cem anlıyor, bunlar da devrimci arkadaşlar.
– Benim buna gücüm yetmez. 200 tane satarım, sorun değil ama daha iyi noktalara gelmeniz için ben sizi bir abimize yönlendireyim.
İstikamet Mustafa Kaynakçı tabi ki. Ancak tam o sırada Rahmi Saltuk’ın Hoy Nare albümü çıkmış, ortalık yıkılıyor. Ahmet Kaya kim ki! Kim bilir, kim bilmez, yani satmaz. Bunun üzerine Cem tamamını aldığı kasetleri satıyor, parasını komisyonsuz olarak veriyor. Ahmet Kaya ile dostluğu gelişiyor. Cem, Ahmet Kaya’nın büyümesini istediği için devreden çıkarak onu Taç Plak’a yönlendiriyor.
Ona albüm yapmasa da Ahmet ile çok güzel anıları olmuş. Taç Plak sonrasında Barış Plak’a götürmüş. Tam kendisi plak yapacakken Raks’tan teklif gelmiş. O saatten sonra anlamı yoktu. Dostunun para kazanması daha önemliydi.
Dükkânı kapadıktan sonra hayatında Ortaköy Kültür Merkezi vardı artık. Efkan Şeşen, bir de Çetin adlı bir arkadaş açtılar, Cem kurucu üyeydi. Yılmaz Erdoğan’lar falan hepsi çaylaklık dönemini burada yaşarken, müzik ruhunun vazgeçilmez parçalarından biriydi artık.
Cem Müzik adını verdiği bir şirket kurdu, 1986 yılında, Unkapanı 6. Blok, en alt katta. Ancak halen alım satım -ve yarım yamalak da menajerlik- işlerine bakmaktan öteye geçmemişti.
Kendisine teklif edilen Grup Yorum’un Sıyrılıp Gelen albümünü de -tıpkı Ahmet Kaya gibi- Taç Plak’a verince, çarşıda ilk tanıştığı fikir adamı Burhan Bayar kafasına girmişti.
– Sen neden yapımcılık yapmıyorsun?
Kendini siyasi bir misyoner olarak görmeyle birlikte, Grup Yorum’u firmasının bünyesine katmakla kolları sıvadı. Perihan Savaş, Gülten Karaböcek gibi para kazanacağı işler de yaptı, ancak 1990 yılında muhtelif siyasi sebeplerden dolayı firmayı devretmek zorunda kaldı. Yanında bir arkadaşı vardı, çalıştığı. Beraber kapattılar, o yurtdışına gitti.
Bir süre bu piyasadan uzak durdu ve nihayetinde 1993 yılında Anadolu Müzik’i kurdu. Birkaç kişi başlamışlardı, ama sonuna kadar kalanların başında, ta başından beri şirketin belkemiği olan Gül kaldı. Hangi şartlar altında olursa olsun şirketi hep domine etmiş, hep moral şırıngalamıştı. Cem de bu ve buna benzer sebeplerden ve hepsinden öte sahip olduğu dünya görüşü münasebetiyle hep kolektif bir yapı olarak görmüş Anadolu Müzik’i. Hiçbir zaman babasının malı gibi davranmamış bir patron edasıyla.
Yine aynı kararlı politik çizgiyi sürdürmeye kararlıydı, zira en iyi bildiği şey buydu, müzik adına da. Grup Munzur’un albümüyle başladı. Babanın Türküsü önce pek satmadı ama zaman içinde yürüdü. Arkadan Kutup Yıldızı serileri, firmanın hem duruşunu pekiştirdi, hem de para kazandırdı.
Çıkardığı siyasi albümlere, Kürtçe kasetlere açılan davalar bir yandan, çarşının kurtlar sofrası piyasası bir yandan; başlangıçta çok zor zamanlar yaşamışlardı, meteliğe kurşun atarak yapıyorlardı işlerini. Cem Müzik’ten ayrıldığı için çarşıda yer bulmakta zorlanıyorlardı. Kalan Müzik’in karşısında tekil çok küçük dükkanlar vardı, onlardan birine soktular kafalarını. O günlerde bir elektrik saatçisi geldi, kabadayılanıyor:
– Borcunuzu ödeyin, yoksa hemen saati sökeceğim.
Bunlar kapı önünde çekeleşirken, tesadüfen Recep Bülbülses olaya tanık oluyor, orasının emekçisidir, televizyonlara çıkar şarkı söyler 3-5 lira para verirler. Çok enteresan bir karakter, ama bir o kadar da vefa dolu. Elini ceketinin iç cebine attığı gibi, çıkardığı banknotu elektrikçiye uzatarak postasını koyuyor:
– Al burdan, fazla tatava etme!
Semt kültürüyle büyümüş Cem (Yılmaz), Bakırköy Kartaltepe Mahallesi’nde. Boş arsalarda top koşturarak, misket oynayıp çember çevirerek, bostanda dut ağacı sallayarak. En mühim çocukluk icraatı naylon arabaya tel takıp Bakırköy’den Yeşilköy’e yürümek. Yeni bir bisikleti hiç olmamış, ikinci ele de razı gelmiş, lastik yamamayı öğrenmek yanına kar kalmış. Anne ev kadını, baba emekçi, üniversite mezunu. Kendisi de istemiş babası gibi bir üniversite okumak ama, malum ortamlar işte…
Yetmişli yıllarda ergenliğini yaşayan herkes gibi o da müziğe sevdalanmış. Cem Karaca muhitten tanıdık, arada bir rastlaşıyorlar: “Parka” falan yeni çıkmış, cayır cayır gitarlar çalınırken, yavaş yavaş da gençler politikleşiyor. Hikâyenin gerisi malum: siyasi örgütlenme, afiş, bildiri, yazılama, kuşlama, mitingler, eğitim çalışmaları, mahalleden faşist kovalamalar, silah külah derken askeri darbe ve hapishane.
Doğal olarak rock müziğini halk müziğine ve türkülere bağlayanlardan Cem. Müzisyen olmayı aklında geçirmese de, cezaevinde bağlama çalan arkadaşlarını hayranlıkla dinleyip gıpta edenlerden.
Evde en çok Mahsuni dinlenirmiş. Eski mahallelilik ahlakıyla büyümüş. Delikanlılığı bakkalının önünde çekirdek çıtlatarak geçse de, mahallenin kızlarına laf atan oldu mu kafa-göz girmekten kaçınmamış. 17 yaşına geldiğinde kendini hızlı bir devrimci olarak bulmuş.
O zamanlardaki politik ortam bir şans: Çok sayıda mühim adamın tecrübelerinden faydalanmış, onlarla sohbet etme, kitap okuma fırsatı bulmuş. Bakkala ekmek almaya bile zor giden bir çocuk, Lenin’in Ne Yapmalı? kitabını okuyunca 1 Mayıs Mahallesi’nde gecekondu yapımına gitmiş. Birlikte kavrulduğu arkadaşlarının ölümlerine tanıklık etmiş. Tüm bu birikim belki de Anadolu Müzik’in böyle düzgün bir rota izlemesinin temelini atmış.
Cem’in gönlünde küçüklüğünden beri kafasında çınlayan seslerden biri olan Ali Ekber Çiçek’e albüm yapmak vardı. Önce birkaç makara buldu, satın aldı, ardından da ustanın telefon numarasını. “Gel evlat Kartal’a,” dedi gönlü bol adam. Ali Ekber sadece kaset değil, edisyon haklarını da verdi ilk görüşte güven duyduğu bu genç adama. Yolumuz Gurbete Düştü ve Derde Derman Arardım bu kısa görüşmenin ardından çıktı.
Cem’in eski plak şirketlerinin arşivlerinden repertuar yapmayı sevdiği biliniyordu. Çarşıdan Medeni diye bir arkadaşı elindeki kalıpları getirdi, satmak istiyordu. İçinde Semiha Yankı, Kibariye gibi satacak albümler vardı, ama Cem’in gözü başka bir makaraya takıldı: Müşerref Akay “Türkiyem”. Tüm mahpushane hayatı bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. 3.500 lira bir şarkı için iyi para. Ne ehemmiyeti vardı ki, hemen aldı ve meslek birliğine şartları bildirdi; artık şarkının tüm hakları ona aitti. Ne şekilde olursa olsun yayınlanmasına yasak koymuştu. İlk kez mağdur taraf “hop” demişti. Aslında bir gerçek daha vardı: Söz ve müzik de çalıntıydı ve bunun da ifşa edilmesi gerekiyordu. Bu Cem’in boynunun borcuydu, hesap sorabilmek adına, simgesel de olsa. Bu aslında herkese mesajdı. Sanatçının politik olmaması bir yere kadar anlaşılabilir, ama iktidar yanlısı olması kabul edilebilir bir şey değildi. Geçmişteki Serdar Ortaç-Ahmet Kaya olayı ya da bugünkü Yavuz Bingöl misali…
Sekiz yıl boyunca aynı evi paylaştığı gazeteci yoldaşı Ertuğrul Mavioğlu, bu konuyu bir röportaja taşıyınca, bir anda tüm televizyon kanalları ve gazeteler peşine düştü. İş memleket sınırlarını aştı, Fransız televizyonu haber yaptı, Almanya belgesel çekti. Cem hakkında haber, yazı ve karikatürler yapılınca, Müşerref Hanım ile sorunlar yaşandı. Aslında kendisine yönelik değildi bunlar. Bir sipariş üzerine okuduğunu o da kabul ediyor ve okuduktan sonra ne amaçla kullanıldığını öğrenince pişman olduğunu ve üzüldüğünü söylüyordu Müşerref Hanım. Ayrıca Türk bayrağının fona yerleştirildiği bir de klip çekilmiş, burada arkada Tariş işçileri yerlerde sürünürken kullanılmıştı, askerler de tepelerinde. Bu askeri darbenin meşrulaştırılması anlamına geliyordu.
Kürt değildi, ama Türkiye’nin yangın yerine döndüğü, derin devlet muhabbetlerinin döndüğü, yargısız infazların yaşandığı Çiller iktidarı günlerinde, insanlar telaffuz bile etmeye korktuğu bir zamanda Kürtçe albümler yaptı. Her birinin arkasında da kapı gibi durdu, mahkeme mahkeme…
Kendisini bir müzik otoritesi ya da bilirkişisi gibi görmek yerine, her zaman emekten yana kriterlerle karar verdi, albüm bastı. İçinde şoven ya da ötekileştirici duyguların olmadığı, küfür, hakaret ve aşağılama içermeyen her albüme kapısını açtı. O nedenle Anadolu Müzik kataloğu arabeskten sufi müziğe, hip-hop’tan mehter marşına, rock’tan lazcaya kadar uzanan bir zenginliğe sahipti. Özay Gönlüm ve Kibariye’nin arşiv serileri ile firma büyümeye başlayan, Süryanice, Kürtçe, Zazaca derken, o günden bugüne 350’ye yakın albüm çıkaran Anadolu Müzik.
Plak Mecmuası’nın 1. sayısında yayınlanmıştır.