Jack Casady: “Benim neslim Woodstock’u hissetti, onu yaşadı”

[DOSYA] 50. YILINDA WOODSTOCK '69

Hani bir kadın vardı, kıvırcık ve dağınık saçları, beyaz elbisesiyle sahneden önünde uzanan yüzbinlerce insana bakıyordu. Bir ağustos sabahıydı, Birleşik Devletler’in White Lake kasabasında bir çiftlik. Kadının adı Grace Slick, etrafında birkaç adam: Elinde marakası ve tefiyle Marty Balin, birazdan şarkı söylerken de Slick’e eşlik edecek. Paul Kantner ile Jorma Kaukonen, gitarlarıyla müziğin emrine amade. Davulun başında Spencer Dryden ortalığı velveleye vermeye hazır, piyanonun tuşlarına dokunan ise Nicky Hopkins… Bir de, Grace Slick’in hemen soluna konumlanmış, mavi, otantik kıyafeti içinde yakışıklı bir adam. Başını eğmiş, yuvarlak gözlüklerinin ardından hep bas gitarına bakıyor. Uzun saçları dağılmasın diye başına bir de tülbent bağlamış. Jack Casady, diyorlar, 25 yaşında bir delikanlı. 

Grace Slick’in “Ağır grupları dinlediniz, şimdi de sabah manyakları müziği dinleyin bakalım!” cümlesiyle mevzuya dalmaya hazırlanan bu grubun adı Jefferson Airplane. Hani “Somebody to Love”dan “White Rabbit”e, “Volunteers”tan “Today”e saykedelik dönemin birçok unutulmaz parçasına imza atmış Jefferson Airplane. Airplane mevzubahis oldu mu pek çokları Grace Slick’in büyüleyici sesini övmekten grubun kalanını es geçer. Halbuki Airplane’in her bir üyesi rock’n’roll tarihine bir şekilde imzasını atmıştır; hele Jack Casady!.. Dünyanın önde gelen enstrüman üreticilerinden Epiphone boşuna onun adına bas gitar üretmemiştir; o ki kendine has bas tonu ve çalış stiliyle efsaneler arasına adını yazdırmıştır. 

Jefferson Airplane’le Woodstock sahnesine çıktığı 1969’da Airplane’in gitaristi, çocukluk arkadaşı Jorma Kaukonen’le bir de Hot Tuna isminde (o da efsaneleşecek) bir blues-rock grubu kuran Casady, bugün tam 75 yaşında. Geçen zaman saçlarına aklar düşürse de ne “White Rabbit”in o nefis girişini yaratan müzikal dehasından bir şey eksilmiş ne de müzik sevdasından. Hâlâ Bay Kaukonen’le birlikte konserden konsere koşuyor; bu yılı mesela, Hot Tuna’nın 50. yılını akustik ve elektrikli performanslar sergileyerek geçirdiler.  

Jack Casady ile bir masaya oturup, birer kahve içerken söyleşmeyi çok isterdim ancak aramızda koca bir okyanus olduğundan internetin nimetlerinden faydalandım ve o New York’taki evinde, ben İstanbul’daki evimde Skype üzerinden söyleştik. Jefferson Airplane’i, Hot Tuna’yı ve pek tabii Woodstock Festivali’ni konuştuk. Dilerim keyifle okursunuz. Buyurun! 

Jefferson Airplane, Woodstock sahnesinde.

“Hangi enstrümanı çalarsan çal groove’u yakalaman, müziği hissetmen gerek.”

Öncelikle, bize vakit ayırdığınız için teşekkürler. Nasılsınız Bay Casady?

Sağ ol, keyfim yerinde. Turne koşturmacamız vardı, elektrikli ve akustik Hot Tuna performansları sergiledik. 

Hemen konuya girmek istiyorum. Çok klasik bir soruyla başlayacağım: Bas gitar çalmaya nasıl başladınız?

Aslında ilk enstrümanım gitardı, 12 yaşında gitar çalmaya başladım. Bas gitarla tanışmam 1960’da, 16 yaşındayken oldu. O yıllarda Washington D.C.’de yaşıyordum ve benden bir yaş küçük, Danny Gatton adında bir arkadaşım vardı. Harika bir gitaristti Danny, çok yetenekliydi. Birlikte defalarca çaldık. Her neyse, Danny 1960 yazında grubuyla bir konser verecekti ama konsere üç dört hafta kala basçısı ciddi bir rahatsızlık geçirdi. O yıllarda elektrikli bas gitar çalan çok azdı, çoğu basçı kontrbas çalıyordu. Danny de bana elektrikli bas gitarı olan bir basçı tanıyıp tanımadığımı sordu. Boşta hiçbir basçı bilmediğimi söyledim. O da “Dinle Jack, sen neden çalmıyorsun?” dedi. Ben “Danny, ben hiç bas çalmadım ki!” diye cevap verince, o çok meşhur espriyi yaptı: “Ne kadar zor olabilir ki Jack, hepitopu dört teli var!” (Gülüyor) Böylece onun basçısının gitarını ödünç aldım, bir Fender Precision’dı. Birkaç hafta pratik yaptıktan sonra konsere çıktım ve çaldım; çalarken âşık olmuştum bile enstrümana. İşte, bas gitar çalmaya böyle başladım! 

Sizi yıllarca çaldığınız gitardan bas gitara geçecek kadar âşık eden neydi bu enstrümanda? 

Tonal çeşitliliği. Enstrümanı başlı başına çok etkileyici buldum aslında. O yıl, yani 1960’da, Fender ünlü Jazz Bass’ini üretmişti. Bir müzik mağazasında gördüm ilk defa, Precision’a göre daha dar bir sapı vardı ve elimin boyutuna daha uygundu, çalarken daha rahat hissettiriyordu. Böylece hemen bir tane sipariş ettim ve düzenli olarak bas çalmaya başladım. 1965’te San Fransisco’ya gidene kadar da bir yandan gitar, bir yandan bas gitar çaldım. 

Jefferson Airplane’e de 1965’te katıldınız değil mi? 

Evet. Henüz yeni kurulmaktaydı Jefferson Airplane ve Jorma Kaukonen’ın davetiyle ben de aralarına katıldım. Jorma’yla dostluğumuz eskidir. Lisede tanışmıştık, 1958’de. Bir okul grubumuz vardı; o ritim gitar, ben ise solo gitar çalıyordum. 

Bas gitar çalmaya başladığınızda idolleriniz kimlerdi? 

Bas gitar çalmaya başladığım sıralarda daha çok caz dinliyordum. Haliyle beni en çok etkileyenler caz dünyasından basçılar oldu: Charles Mingus, Scott LaFaro, Ray Brown… Elektrikli bas gitar kullanan birçok rhytm & blues müzisyeni vardı, onlardan da etkilendim. Caz dünyasında elektrikli bas gitar kullanan ilk isimlerden biriyse Montgomery Kardeşler’den Monk Montgomery olsa gerek. Precision çalıyordu.

Sadece basçılardan da etkilenmedim bu arada, piyanistleri dinlemeyi de çok severdim. Sol ellerini nasıl kullandıklarını dikkatle izlerdim. Jelly Roll Morton’ın çalışından çok şey öğrendim örneğin. Klasik müziğin de bana katkısı büyük oldu. Bas gitarın bir ritim enstrümanı olmaktan fazlası olabileceğini fark etmemi sağladı.

Önemli bir noktaya geldik. Ben bir bas gitar uzmanı değilim fakat sizin çalışınız bana hep çok melodik ama bir o kadar da groovy gelmiştir. Genelde biri olunca diğeri olmuyor; zor bir iş bu.  

Kesinlikle. Ama bence hangi enstrümanı çalarsan çal groove’u yakalaman, müziği hissetmen gerek. Benim bas gitarda yaşadığım asıl zorluk, bazı melodik fikirleri parçayı batırmadan uygulayabilmekti. Çünkü bana sorarsan melodik çalmanın olayı, ne kadar girift nota kombinasyonları yapabildiğinden ibaret değil; o melodik notalar bir anlam ifade etsin istiyorsan, çalışını çekici kılan şeyi unutmamalısın: Swing’i. Yani, müziğe bir şeyleri öyle aklına estiği gibi sokup çıkaramazsın. Ne yaparsan yap ama müziğin büyüsünü, şarkının atmosferini bozamazsın. O atmosferin içinde yapmalısın ne yapıyorsan. 

“Jefferson Airplane’le konserden konsere koştururken bas gitarımla beraber yanımda ufak bir amfi de taşırdım, otel odasında Jorma’yla müzik yapardık. Jorma o zamanlarda da parmak stiliyle çalardı. Aslında tek başına da çalabilirdi fakat daha önce kimse parmak stilinin yanına bas ekleyip bir duo olarak çalmamıştı.”

Geliştirdiğiniz bu melodik çalışta Jorma Kaukonen’in de katkısı oldu mu? 

Tabii ki oldu. O parmak stiliyle çalar genelde, bilirsin; baş parmak ve iki parmakla. Baş parmağı groove’u hep sürdürür, bu sayede ben de daha melodik çalabilirim ama şarkı da mahvolmaz. Benim çalışımı groove’la destekler Jorma. Hot Tuna’nın özgün sound’u da buradan geliyor. 

Hot Tuna bu yıl 50 yaşına bastı. Jorma Kaukonen’la Hot Tuna’yı kurduğunuzda ikiniz de Jefferson Airplane’de çalıyordunuz. Neden bir yan grup olarak Hot Tuna’yı kurma ihtiyacı duydunuz? 

Ah, sanırım sadece birlikte müzik yapmayı sevdiğimizden! Jefferson Airplane’le konserden konsere koştururken bas gitarımla beraber yanımda ufak bir amfi de taşırdım, otel odasında Jorma’yla müzik yapardık. Jorma o zamanlarda da parmak stiliyle çalardı. Aslında tek başına da çalabilirdi fakat daha önce kimse parmak stilinin yanına bas ekleyip bir duo olarak çalmamıştı. Biz de bunu denemek istedik, eğlencesine çalıyorduk ama sonra farklı bir sound ortaya çıktığını fark ettik. Benim onu basla desteklemem sayesinde Jorma tek başına yapamayacağı şeyleri yapabiliyordu, onun stili sayesinde de ben tek başıma yapamayacağım şeyleri yapabiliyordum. Çünkü parmak stiliyle gitar çalmak, piyano çalmaya benzer. Penayla akor basmaktan farklıdır. Piyanonun üstündeki iki eli düşün; aynı anda iki farklı şey yaparlar. Parmak stili de öyledir. Jorma’nın bu stili, geleneksel bir ritim gitarcıyla yapamayacağım numaralar yapmamı sağladı. Hâlâ da sağlıyor. 

Peki bu birlikte çalma halinin Hot Tuna’ya evrilme süreci nasıl gelişti?

Jefferson Airplane konserlerinin aralarında Jorma’yla sahnede kalıp çalmaya devam ediyorduk bazen. Derken kulüplerde de çalmaya başladık. 1968 yılıydı, daha Hot Tuna adını almamıştık. Zaman zaman Jefferson Airplane konserlerinin açılışını bile yaptık, ön grup gibi. Yakın zamanda bir albüm çıktı, Owsley Stanley’nin kaydettiği ve Owsley Stanley Vakfı tarafından yayınlanan bir canlı kayıt: Before We Were Them. 28 Haziran 1969’da Jorma’yla verdiğimiz bir konserin kaydı. Jorma Kaukonen & Jack Casady olarak çıkmıştık sahneye, yani daha Hot Tuna adı yoktu ortada ama Hot Tuna vardı. 

Ben hep saykedelik müzikten sıkıldığınız için Hot Tuna’yı kurduğunuzu sanıyordum. 

Gazeteciler öyle diyordu ama gerçek şu ki, müzik seni nereye isterse oraya götürür. Götürdüğü yerin neresi olduğu da önemli değildir. 

Jorma Kaukonen’le dostluğunuz çok eskiye dayanıyor. Geçen bunca zamanda en çok hangi açılardan birbirinizi etkilediniz? 

Jorma adına konuşamam ama sanırım müziğe olan tutkumuz ikimizi de birçok açıdan besledi. İkimiz de farklı kaynaklardan etkilenmiştik, birlikte çalarak onları aynı tabağa koyduk ve müziğin tadını çıkardık. Az önce söylediğim gibi, teknik olarak da tek başımıza yaratamayacağımız bir sound yarattık. 

Jack Casady, Grace Slick.

1965’te Jefferson Airplane’e katıldınız. Sizin gelişiniz Jefferson Airplane’e ne kattı?

Buna benim cevap vermem biraz güç, diğerlerine sormalısın ama farklı bir bas gitar yaklaşımı getirdiğimi düşünüyorum Jefferson Airplane’e. Ayrıca her bir şarkı yazarına farklı bir bakış açısı sunmaya çalıştım. Paul Kantner’ın tarzına neşe katacak, akustik gitarıyla yarattığından daha farklı duygular verecek şekilde bas çalmaya uğraştım örneğin. Marty Balin’la da durum benzerdi. Marty, Jefferson Airplane’den önce bir pop şarkıcısıydı. Romantik pop şarkıları yazmayı seviyordu.  Ona da kendi stilimi kattım. Yazdıkları şarkılara yeni duygular, yeni düşünceler katmak istedim hep. 

Peki ya Grace Slick? Sadece çok iyi bir solist değil, çok da iyi bir şarkı yazarıydı Grace Slick. 

Haklısın, Grace çok ilginç bir şarkı yazarıydı. Klasik müzik geçmişi vardı, piyano eğitimi almıştı. Fikirleri hep ilginçti, enteresan akor tercihleri yapardı. Bu da bana bas gitar üzerinde birçok farklı şey yapabilme fırsatı verdi. Tabii benim bunları uygulamam da onun müziğini etkiledi. Sanırım tek tek grup üyeleri ve bütün grup üzerindeki etkim, müzikal açıdan hep farklı bir bakış açısı sunmaya yönelikti. 

Ben bir dinleyici olarak Jefferson Airplane’i hep bir rock’n’roll grubundan çok bir rock’n’roll kolektifi gibi gördüm. Hiçbir zaman tek kişinin öne çıktığı bir grup olmadı. Sizin bakış açınızdan Jefferson Airplane’i diğer rock’n’roll gruplarından ayrı kılan neydi? 

Her şeyden önce, senin de çok güzel ifade ettiğin gibi, Jefferson Airplane lider eksenli bir grup değildi. Jefferson Airplane’de herkes eşitti. Gruba dair tüm kararlarda her birimiz söz sahibiydik. Maddi olarak da hepimizin payı eşitti. Müzikal olarak Jefferson Airplane’i farklı kılansa hepimizin başka müzikal altyapılara sahip olması ve hiçbirimizin müziğin bizi nereye götüreceğini bilmemesi, bunu çok da düşünmemesiydi bence. Herkes çok iyi şarkı yazarıydı ve ortaya çıkacak iş hep sürprize açıktı. 

1967 yılından bahsedelim mi biraz? Büyülü bir yıldı. Pek çok rock’n’roll şaheseri yayınlandı ve Jefferson Airplane’in Surrealistic Pillow’u da onlardan biriydi. Ancak sadece bir yıl önce yayınlanan ilk albümünüz Jefferson Airplane Takes Off (1966)’tan epey farklı bir sound’u vardı bu albümün. İlk albüm daha bir blues albümüyken, Surrealistic Pillow bir saykedelik klasiği oldu.

Sanırım daha derine indiğimiz ve şarkı şarkı yazımının üzerine daha çok düştüğümüz ilk albümdü Surrealistic Pillow. Bir de aramıza Grace Slick katılmıştı artık, ilk albümde yoktu Grace. Signe Anderson vardı. Bu da Surrealistic Pillow’a ilk albümden farklı bir dinamik getirdi. İlk albümdekiler ilk şarkılarımızdı, Jefferson Airplane’in ilk zamanlarında çaldıklarımızı yansıtıyordu ve hepsi kayıtlardan önce yazılıp tamamlanmış şarkılardı. Sadece dört günde, 3 yollu bir cihazda kaydettik o albümü. İkinci albümüyse 4 yollu bir cihazda kaydettik ve albümdeki pek çok şarkıyı kayıtlar sırasında stüdyoda yazdık ya da biraz değiştirdik. Haliyle stüdyodaki hissiyat, şarkılara sızdı. Bu da tüm albüme belirli bir sound verdi. Şarkılar, o sound’un içinde doğdu. Yani sound’u sonradan yaratmadık. Tabii, stüdyodaki atmosferin o zamanki kişiliğimizi ve o dönemi yansıttığını söylememe gerek yok. 1967 öyle bir yıldı, o müziğin yılıydı. 

Surrealistic Pillow’daki en meşhur parçalardan biri kuşkusuz “White Rabbit”. Şarkıyı Grace Slick yazmıştı ama şarkının açılışındaki o unutulmaz bas partisyonu sizin fikriniz miydi?

Benim fikrimdi, evet. Grace şarkıyı açıkça Maurice Ravel’in meşhur “Bolero”su üzerine kurmuştu. Miles Davis’in Sketches of Spain (1960) albümünden de etkilenmiş tabii, birkaç röportajında söylemişti zaten sanırım. “Bolero” trampetle açılıyor; ben de aslında “Bolero”da trampetin izlediği o ritmik kalıbı bas gitara uyarladım. İspanyol havası… Akor yürüyüşüyle beraber şarkıya yakışan, gizemli bir açılış oldu.  “White Rabbit”te yaptığım şey buydu işte.

Surrealistic Pillow’dan en sevdiğiniz şarkı hangisi?

Zor bir soru. “Somebody to Love”, Fa diyez’den çalınan harika bir rock’n’roll şarkısıdır bence. Fa diyez’i severim. (Gülüyor) Ayrıca çok esnek bir parça; ne zaman çalsan farklı şekilde çalabilirsin, öyle bir özgürlük sağlıyor sana. Tabii ki “White Rabbit” ikonik bir şarkı, yeri başka. “She Has Funny Cars” da çok güzel bir sound’a sahip. Yani benim için bir ‘1 numara’ yok galiba. 

Peki Surrealistic Pillow, Jefferson Airplane’e ne kattı?

Müzik endüstrisine kendimizi kabul ettirdik. Bunun önemli tarafı, Surrealistic Pillow (1967)’un başarısının ardından sözleşme görüşmelerinde pazarlık edebilir hale gelmemizdi. Bu sayede stüdyoda daha çok söz sahibi olduk, bu da kayıtlarda daha farklı şeyler deneyebileceğimiz anlamına geliyordu. Daha özgür üretebilir, kararlarımızda ısrarcı olabilirdik.

Yine 1967’de çıkan After Bathing At Baxter’s albümünde çok önemli bir prodüktörle, Al Schmitt’le çalıştınız. Schmitt üç Jefferson Airplane albümünün daha prodüktörlüğü yaptı. Hot Tuna’nın çıkış albümünün de prodüktörlüğünde o vardı. Onun hakkında neler söylemek istersiniz?

Al harikadır; hem insan olarak hem de bir prodüktör olarak. 2016’da Jefferson Airplane’e Grammy Yaşamboyu Başarı Ödülü verildi. O zaman Al’le tekrar iletişim kurma fırsatım oldu. Al’in etkisi çok büyüktü. Bizle çalışmadan önce de sevdiğim birçok sanatçıyla çalışmıştı. Müzisyenlere, onların ihtiyaçlarına ve arzularına duyarlı bir prodüktördü. Eşsiz biridir Al. Ona çok büyük saygı duyuyorum, onunla çalışmak benim için bir onurdu. 

“Her nesil kendi çağını hisseder, her neslin kaderi başkadır. Benim neslim Woodstock’u hissetti, onu yaşadı.”

Bu yıl sadece Hot Tuna’nın değil, efsanevi Woodstock Festivali’nin de 50. yılıydı. Woodstock’ın Jefferson Airplane’in ve sizin kariyeriniz için önemi nedir? 

Bence Woodstock, dönemin kültürü için yaşanması gereken büyük bir aşamaydı. Hemen hepsi aynı kafada 500 bin civarında genç… Festivali düzenleyenler onlar, seyirciler onlar, sahnedekiler de onlar. “Vay be, benim gibi amma insan varmış!” demiştim festival alanına gelince. (Gülüyor) Müzisyen olarak da beslendiğimiz fikirlerin tatbikini görmek etkileyiciydi. 

Herhalde verdiğiniz en erken saatteki konserdi… Sabahın yedisinde mi sahne almıştınız?

Evet, o civarlarda. (Gülüyor) Gerçekten de sabahın körüydü ama yüz binlerce insan uyanmış, bizi dinlemeyi bekliyordu. Yazdığımız şarkıların, parçası olduğumuz kültürün vücut bulduğunu hissettim. 

Woodstock hakkında konuşacaksak politik çıktısını da konuşmalıyız. Sahnedeki grupların politik tavrı ve bilinciyle seyircilerinki arasında tam bir uyum var mıydı?  

Tam bir uyum var mıydı bilmiyorum ama en azından görmezden gelinemeyecek bir uyum vardı. Bizler yaşadığımız dönem hakkında şarkılar yazıyorduk ve politika da bunun bir parçasıydı. Ancak aslında yaptığımız şey gördüğümüz gerçekleri dile getirmekti; tıpkı halk ozanları (folk şarkıcıları) gibi. Ben şarkı yazımında ozanlardan çok etkilenmişimdir, onlar olanı olduğu gibi anlatır. Bizim de yaptığımız bundan farklı değildi. Haksızlıklardan, savaşlardan, eşitsizlikten bahsediyorduk. Konserlerden ve tabii ki Woodstock’tan edindiğim izlenim, bunun seyircide de karşılık bulduğu yönündeydi. Her defasında olan biten üzerine yeni şarkılar, yeni yorumlar bekliyorlardı. 

Woodstock’ta sahne alırken müzik tarihine geçecek bir festivalde çaldığınızın farkında mıydınız?

Kalabalığı görünce fark ettim. (Gülüyor)

Bugün Woodstock, özellikle benim de aralarında bulunduğum genç nesil tarafından bir çeşit ütopya ya da yeryüzündeki cennet gibi görülüyor. Gerçekten böyle miydi? Biraz mitleştirilmiş değil mi? 

O kadar değildi, hayır. Bugün biraz mitleştirildiği konusunda haklısın; sanırım bunu gazeteciler yaptı. Yazdıkça mitleşti, mitleştikçe yazıldı, daha da mitleşti. Ancak şu da bir gerçek ki o zamana dek Woodstock gibi bir olay olmamıştı. Üstelik öylesine bir kalabalığa ve durmak bilmeyen yağmura karşın ne bir izdiham yaşandı ne de büyük bir kavga. İnsanlar zor şartlara rağmen birbirine karşı çok medenice davrandı. Daha büyük bir amaç uğruna ordalardı ve bu, sadece yaşayarak deneyimleyebileceğin bir şey. Sonraki nesiller onun hakkında okuyabilir ama asla onu hissedemezler. Her nesil kendi çağını hisseder, her neslin kaderi başkadır. Benim neslim Woodstock’u hissetti, onu yaşadı.
Tabii ki Woodstock’un tarihsel önemi, bugünün gençlerine de pek çok şey öğretecektir, başka. Ancak öğrenmekle kalmayın; kendi çağınızın gerçekliği içinde yorumlamayı unutmayın.   

Müziğin devrimci gücüne hâlâ inanıyor musunuz?

Kısaca cevap vermem gerekirse, evet. Müzik, benim için çok şey ifade ediyor. İnsan kendini müzikle var edebilir. Açık bir mesaj taşısın ya da taşımasın, müzik insanları harekete de geçirebilir. Sonuçta, hâlâ müziğin dünyayı değiştirebileceğine ve dünyanın daha güzel bir yer olabileceğine dair umudumu koruyorum. 

Bay Casady, röportajımızın sonuna geldik. Çok teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bütün okurlarınıza sevgilerimi iletiyorum. Ben teşekkür ederim. Görüşmek üzere!