Taner Öngür: “Woodstock, bir işaret fişeğiydi”

[DOSYA] 50. YILINDA WOODSTOCK '69

Woodstock ’69 tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yankı bulan bir festival, festivalden öte politik ve müzikal bir ‘olay’dı. O yıllarda bizim burada da rock’n’roll her stiliyle gençliği etkisi altına almıştı. Bir yandan da devrimci gençlik hareketleri daha özgür, eşitlikçi bir toplum ve bağımsız bir Türkiye için sokaklardaydı. Peki, Woodstock ’69 müzikal ve politik olarak Türkiye’nin protest rock’n’roll’cuları tarafından nasıl görülmüştü? Türk rock’n’roll’unun politik temasları neydi? Bu soruların cevaplarını almak için mikrofonlarımızı (mikrofonumuz yok tabii, lafın gelişi!) rock’n’roll’umuzun yorulmazbilmez delikanlısı Taner Öngür ağabeye uzattık.

 

“Erkin Koray Dörtlüsü, Cem Karaca & Apaşlar, Haramiler, Moğollar, Mavi Işıklar gibi gruplar bir ‘güç birliği’ oluşturdu. Her gün Harbiye’deki Konak Oteli’nin lobisinde toplanır, beraber turne yapalım, plak şirketi kurup plaklarımızı kendimiz çıkaralım diye konuşurduk.”

Yıl 1969, Woodstock diye bir festival düzenleniyor ve tüm dünyayı sallıyor. Siz de herhalde o günlerde bu büyük müzik olayını duydunuz, gazetelerden okudunuz. Aklınızdan neler geçti?

Tabii, takip ediyorduk zaten olan biteni. Türkiye’de öyle bir festival düzenlemek mümkün değildi tabii ama benzer felsefede bir deney yapıldı. Erkin Koray Dörtlüsü, Cem Karaca & Apaşlar, Haramiler, Moğollar, Mavi Işıklar gibi gruplar bir ‘güç birliği’ oluşturdu. Her gün Harbiye’deki Konak Oteli’nin lobisinde toplanır, beraber turne yapalım, plak şirketi kurup plaklarımızı kendimiz çıkaralım diye konuşurduk. Fakat çok sürmedi, dağıldık. Konser afişlerinde kimin üstte yazsın diye tartışma çıkacaktı, alaturka olduğumuz için! Ama o güç birliği dağılsa da dostluklarımız devam etti. 

Bir de Woodstock’tan önce 1967’de Monterey Pop Festivali düzenlenmişti, o da Woodstock gibi saykedelik bir festivaldi aslında. Düzenlenmesine The Mamas & The Papas’tan John Phillips’in eşlik ettiği, çok güzel ve meşhur bir festival. The Who, Jimi Hendrix, Janis Joplin falan sahne almıştı. Görüntülerini internette bulup izleyebilirsiniz. Fakat Woodstock çok daha büyük bir festivaldi tabii, belki ilk büyük rock festivaliydi. Sahne kurulumu, teknik donanım falan açısından dönüm noktası oldu.  

Ben Monterey’deki performansları Woodstock’a nazaran daha çok beğeniyorum.

Ben de öyle. Çünkü o müziğin ve o isimlerin ilk çıkış dönemidir. Zaten Woodstock’u meşhur eden filmi oldu aslında. Onun da hikayesi şöyle: Genç Sosyalistler Birliği’ne mensup birtakım gençler, tel örgüleri açıp halkın festivale bedava girmesini sağlıyor. “Bu alan halkındır!” diyorlar. Organizasyonu düzenleyen de para kazanmak istiyor tabii, bu olay üzerine Warner Bros.’u arıyor ve “500 bin kişi geldi, yollar tıkandı, mahşeri bir kalabalık var. Gelin festivali çekin, olay çıkarsa haber yapar dünya medyasına satarsınız yoksa belgesel yaparsınız” diyor. Warner Bros. da genç bir yönetmenini gönderiyor festivali kayda alması için. O yönetmen, Martin Scorsese. Kariyerinin ilk önemli işlerindendir. Mesela biz Woodstock’ı duymuş, gazetelerden falan da okumuştuk ama içeriğini tam bilmiyorduk. Derken önce plağı çıktı, sonra o film geldi; öyle öğrendik. Filmi izlediğimi hatırlıyorum o dönemde, demek ki İstanbul sinemalarında oynamış. En çok dikkatimi çeken Santana performansı olmuştu; grubun adı Carlos Santana’nın soyadını taşısa da o zaman bir gruptu, solo proje değildi. Oradaki davulcunun müthiş solosu, perküsyonlar… Müthişti. İlk defa rock ve blues müzikle Latin müziği, bölgesel bir müzik bir araya gelmişti. Arkasından Osibisa çıktı zaten Afrika’dan, bayağı popüler oldu.

Santana da Osibisa da Türkiye’de çok sevildi. 

Evet, çıktıkları gibi çok sevildiler. Özellikle Santana büyük sükse yaptı Türkiye’de. Hatta ileriki yıllarda öyle bir noktaya geldi ki, bir balad parçası Anadolu’daki bütün düğünlerde gelinle damat dans ederken çalınır oldu. İzmir’de Santana Pavyon bile açıldı! (Gülüyor) 

“Cem’le aynı yolun yolcusuyduk ama çok tartışırdık bu konularda, nihilist derdi bana. Fakat birlikte çalışırdık. O dönem tüm dünyada böyleydi, Woodstock’ta da böyle oldu. Genç Sosyalistler Birliği eylem yaparken hemen yanlarında hippiler takılıyordu. Hepsi iç içeydi.”

Woodstock’ın politik bir tarafı da vardı, zaten 60’lı yıllar fena halde politikti. Türk rock’n’roll’unun da politik bir tavrı oldu ama galiba çok bütünlüklü değildi. Erkin Koray, Barış Manço gibi çok önemli isimler sessiz kaldı hep ama siz, Cem Karaca, daha birçok isim daima açık bir politik tavır sergilediniz. 

Erkin zaten suya sabuna dokunmadı hiçbir zaman, Barış’sa biraz daha sağ kesime yakın duruyordu. Fakat tabii 1968’de Fransa ve Almanya’da ortalık karışmış vaziyetteydi; Paris’teki ayaklanma, Tarık Ali, gençlik hareketi falan… ABD’de de Vietnam Savaşı’na karşı bir süredir savaş karşıtı bir hareket vardı. Az önce bahsettiğim Genç Soyalistler Birliği de öyle üç beş kişilik bir örgüt değil, 15 – 20 bin üyesi olan, Demokrat Parti kongresini basıp eylem yapan bir örgüt. E, 60’lı yıllarda Türkiye’de de gençlik hareketi ve devrimci hareketler yükseldi. Bizim kuşak müzisyenlerin içindeyse politik açıdan en bilinçli ve sağlam olanı Cem Karaca’ydı. Ancak gençliği de bir blok gibi görmemek lazım. Aşırı politize olmuşlar var, bir de “Bırakın bu işleri, böyle değişmez dünya!” diyenler… John Lennon “Revolution” (1968) şarkısında böyle diyor mesela. “Eğer Mao’nun resimleriyle yürüyeceksen, ortalığı yakıp yıkacaksan beni dışında tut, ben yokum,” diyor. Benim de biraz doğru bulduğum bir tavır bu. Cem’le aynı yolun yolcusuyduk ama çok tartışırdık bu konularda, nihilist derdi bana. Fakat birlikte çalışırdık. O dönem tüm dünyada böyleydi, Woodstock’ta da böyle oldu. Genç Sosyalistler Birliği eylem yaparken hemen yanlarında hippiler takılıyordu. Hepsi iç içeydi. 

Sence Woodstock’ın o günkü politik tavrının bugün bir anlamı var mı yoksa bugün Woodstock sadece müzikal olarak mı değerli? 

Tabii ki bir anlamı var. Woodstock bir işaret fişeğiydi. Bir yandan müzik endüstrisini değiştirdi; Rolling Stoneslar falan o kadar satmaya başladı ki büyük plak şirketleri panik oldular, olayı manipüle ettiler ve 70’lerin sonundan itibaren 80’lerde olayın bokunu çıkardılar! Çünkü onların da sonun getirebilecek antikapitalist bir tavır vardı ortada. Bir yandan da ekolojik akımlar başladı. Bugünkü çevreci hareket, Woodstock’un mirası biraz da.

Sizin o yıllarda öğrenci liderleriyle, devrimci hareketlerle temasınız oldu mu? 

Elbette. Mesela Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) temsilcisi bir arkadaş vardı, adı Muhammed’di. 70’lerde burada bir ofis açmaya çalışıyordu, birlikte dolaşmıştık. Cem FKÖ için “Mutlaka Yavrum” şarkısını yaptı, İngilizce de kaydetti. Deniz Gezmiş’le de iyi arkadaştı Cem. Dev-Genç’lilerle dostluğumuz vardı. 

Bu hareketlerin etkinliklerinde çalıyor muydunuz?

Zaman zaman çalıyorduk. Özellikle 70’lerin ortalarında politik atmosfer çok yoğunlaşmıştı ama biz pek örgüt ayırmazdık. Mesela TKP’ye bağlı İlerici Gençlik Derneği vardı, onlara da konser verirdik, Maocu bir hareket olan Halkın Kurtuluşu’na da, CHP’ye de konser verirdik. Hepsi de bize gıcık olurdu. Bir keresinde Cem’e “Ya Cem, bir hafta onlara çalıyoruz öbür hafta diğerlerine!” demiştim, Cem de “Hepsi benzer hedefe ulaşmaya çalışan yüze yakın fraksiyon var, biz katalizörüz,” diye cevap vermişti. Bence doğru bir şey yapıyorduk hepsine konser vererek. İşçilerle çok yakından özellikle, DİSK’le. İşçi eylemlerine, grevlere gidip çalardık.  

O zaman 68 kuşağının genelde halk müziği dinlediğine dair algı da çok doğru değil. 

Değil. Moğollar tek değildi zaten. Bizim dışımızda Edip Akbayram & Dostlar vardı mesela. Sonra 80’li yıllarda Mozaik, Bulutsuzluk Özlemi gibi gruplar da çıktı. Yine de “Ne bu davullar, gitarlar, klavyeler… Böyle devrimci müzik mi olur!” diyenler oluyordu. Bir keresinde DİSK’in etkinliğinde çalacaktık… Bizden başka birçok ozan vardı, tek bir bağlamayla çıkıp “Kahrolsun Amerika!”, “Kahrolsun faşizm!” diye türküler söylüyorlardı. Kuliste Cem “Biz manyak mıyız abi, bu kadar aletle prova yapıyoruz, düzenlemelerle uğraşıyoruz?.. Al bağlamayı, çık söyle, aynı tepkiyi alıyorsun!” demişti. Haklıydı ama yine de biz çıktığımızda ortalık yıkılıyordu, insanlar o sound’u çok seviyordu. 

O yıllardaki sert politik iklim sizi müzikal anlamda etkiledi mi? Politik bir şeyler üretmemiz lazım gibi bir düşünceye sevk etti mi örneğin?

Bir zorunluluk gibi algılamadık, hayat seni ona götürüyor zaten. Öyle şeyler yaşanıyor ki şarkı yapıyorsun. Cem Karaca & Dervişan olarak yaptığımız Yoksulluk Kader Olamaz (1977) albümünü düşün. Oradaki şarkıların hepsini Cem hayatın içinden çıkardı. “Öğretmene Ağıt” mesela, üniversite okumaya İstanbul’a gelen bir gencin sorunlarını anlatıyor. Hâlâ aynı sorunları yaşıyor gençler. Böyle, gördüğü bir şeyden etkilenip yazardı Cem. “Taner, gel çalışalım,” derdi. Evde 4 kanallı bir teyp vardı, ona kaydederdik parçayı. Ertesi gün Uğur Dikmen gelirdi, prova yapardık. Sonra konserlerde çalmaya başlardık, halkla iletişime girerdi şarkı; can bulurdu. Ardından stüdyoya girip kaydederdik. O albümdeki bütün şarkılar böyle oluştu.  

Plak şirketlerinden baskı gördünüz mü politik tavrınızdan ötürü?

Plak şirketlerinin umrunda değildi. Satıyor mu satmıyor mu, ona bakıyorlardı ve satıyordu. Fakat biz üretirken satar mı satmaz mı diye düşünmüyorduk. Hayatın içinden bir şeyleri, gerçek sorunları sağlam bir şekilde çalıp kaydettiğinde zaten seviliyor ve tarihte yerini alıyor. 

Son olarak, o dönem yabancı gruplarla hiç temasınız oldu mu? 

Pek olmadı. 1971’de Moğollar olarak Paris’e gittiğimizde Aphrodite’s Child ile karşılaştık stüdyoda. Demis Roussos ve Vangelis’in grubuydu Aphrodite’s Child, Johnny Hallyday’e de çalıyorlardı. Biz bir süre sonra Türkiye’ye döndük ama Cahit (Berkay) ve Engin (Yörükoğlu) Paris’te kaldılar, onlar arkadaş olmuş Demis Roussos ve Vangelis’le. Demis Roussos’un köpeğinin adı ‘Hass.ktir’ miymiş neymiş… (Gülüyor) Yunan grubu sonuçta, kardeş sayılırız. 

Vakit ayırdığın için çok teşekkürler Taner abi, ağzına sağlık.

Ben teşekkür ederim, sevgiler!