Mehmet Alkan: “Plakların tarihi ülkemizin tarihidir”
Plaklarla kafayı bulduğumuz bir Akmar Pasajı akşamının dördüncü birasında Atlantis Müzik’in kapısından içeri süzülmüştü Onur Bayrakçeken. Plak Mecmuası’nın yeni sayısı için “Politik plaklar toplayan biriyle söyleşi yapabilir miyiz abi, tanıyor musun böyle birini?” diye sorunca ertesi sabah ilk işim Özkan “Matara” Sağlıksunar’ı aramak oldu. Adını ve telefonunu verdiği kişi İstanbul Üniversitesi Siyasi Tarih Bölümü’nde profesördü. Özkan çok saygı duyduğu ve sevdiği sesinin tonunda anlaşılan beyefendiyi tavsiye ederken “Ben de ondan çok şey öğrendim, hatta arada bir başım sıkıştıkça halen ona sorarım,” deyince, hiç şüphem kalmadı, bu konuları Mehmet Ö. Alkan’dan daha iyi anlatacak birini bulmaya çalışmak anlamsız bir çaba olacaktı.
Havanın lodosa döndüğü kapalı bir akşamüstünde kapısının önünde buluştuğumuz Kadıköy İmge Kitabevi’nin dört tarafı kitaplarla çevrili üst katında, bir masa iki de sandalye ayarladı dükkân sahibi beyefendi; sağ olsun önümüze iki de çay koymayı ihmal etmedi. Bize de siyasi plaklar tarihimizin karanlık koridorlarında sohbet etmek düştü.
Daha ilk beş dakikanın içinde anladım ki, Mehmet Hoca bu konuya herkesten evvel dikkat kesilmiş, ülke tarihinin plaklar üzerinden anlatılabileceğini keşfetmişti. Ayrıca meşgaleyi akademik bir boyuta taşıyarak metodolojik olarak incelemiş, envanterler çıkarmış ve henüz bitiremediği bir kitap için de kolları sıvamıştı.
Öncelikle zaman ayırdığınız için teşekkürler. Biraz çocukluk ve gençlik yıllarınızdan, nasıl bir kültürel ve siyasal atmosferde büyüdüğünüzden bahsedebilir misiniz?
Ben teşekkür ederim. 1963 yılında Erzurum’da doğdum. Baba tarafım Kemaliyeli, anne tarafımsa Filibelidir. Genelde herkes baba tarafını söyler ama benim için her iki taraf da eşit öneme sahip. Her iki kökümü de çok severim. Bu manada da tam bir Türkiye göç karışımıyım ben.
Erzurum doğumluyum ama çok küçükken, daha bir yaşına bile basmadan önce Edirne’ye, oradan da Kırklareli’ne geldik. Babam memurdu, Özel İdare Müdürü’ydü; tayinler bizi oradan oraya taşıdı. Annem ev hanımıydı ama sinemaya çok meraklıydı, bir de çok roman okurdu. Hatta ben o ölene kadar, son dönemlerinde bile İstanbul’dan ona romanlar alırdım. İlkokul mezunuydu ama şahane bir kadındı.
Yani tam bir Cumhuriyet kadını…
Evet, bir cumhuriyet kadınıydı. 1930-37 göçüyle Bulgaristan Filibe’den gelmişler Türkiye’ye, İstanbul’da Karagümrük’e yerleşmişler. Babamın köyü, yani Başpınar köyü de çok ilginç bir köydür; yüzde doksanı okumuştur. Babam da İstanbul’daki Gazetecilik Enstitüsü’nün, şimdi İletişim Fakültesi oldu, ilk mezunlarındandır. Bir dönem Cumhuriyet’te ve başka çeşitli gazete ve dergilerde çalıştıktan sonra evlenince Erzurum Matbuat Müdürü olup Erzurum’a gidiyor. Ama sonra daha prestijli bir görev diye Özel İdare Müdürü oluyor. Ben Erzurum’da, babamın matbuat müdürlüğü sırasında dünyaya gelmişim. Ardından kısa süre içinde Edirne’ye taşındık ama Edirne’deyken çok küçüktüm. Beş-altı yaşlarımda da Kırklareli’ne geldik ve ilkokul ile ortaokulu orada okudum. Trakya kültürüyle büyüdüm yani ben. Liberal bir kültürdür Trakya kültürü, bilirsiniz, insan ilişkileri açısından da çok rahattır. Türkiye ortalamasını yansıtmayan bir yerdir. Bu arada İstanbul’da Karagümrük’e de sık sık gidip gelirdik, aile üyelerimiz vardı orada…
Siz sur içini tanıdınız, eski İstanbul kültürünü yaşadınız öyleyse?
Evet, yaşadım. O tenekeyle kaplanmış evleri dahi gördüm. Evlerde su akmazdı, Derviş Ali Mahallesine ismini veren sokak çeşmesinde kuyruğa girer su doldururduk… Kırklareli’ne dönersek; ilkokul ve ortaokul orada çok güzel geçti. Ancak ondan sonra, I. Milliyetçi Cephe hükümetiyle beraber Türkiye’nin istikrarsızlık dönemi başladı.
Hatırladığınız ilk siyasi olaylar hangileriydi?
Çocukluğuma ait hatırladığım ilk siyasi olaylardan biri Deniz Gezmişlerin posterlerinin duvarlara yapıştırılmasıydı… Ben birinci sınıftayken 12 Mart olmuştu çünkü. Dolayısıyla benim ilk siyasi bilgilerim 12 Mart Darbesi, Mahirlerin ve Denizlerin posterlerin asılmasıydı. Hayatımda ondan sonraki ilk ilginç siyasi iz 1974 Kıbrıs Harekatı’dır ama orada biraz milliyetçilik yaygındı, etraf öyleydi. Karartmalar falan başlamıştı, pencereler battaniyelerle kapatılıyordu… O sıralarda Romanya depremi de olmuştu, çok ürkütmüştü. Ben lise başlangıcına kadar Kırklareli’nde okudum, liseyi ise dört ayrı yerde. Çünkü hükümetler değiştikçe babamın hikayesi bir tür sürgüne dönüştü; oradan oraya tayin… O da insanın ruhunda izler bırakıyor; çünkü tam gençlik dönemindesiniz, arkadaşlıklar kuruyorsunuz, belki âşık oluyorsunuz ama birden yeriniz değişiyor. Liseden Zonguldak’ta mezun oldum.
Peki müzik, hayatınıza ne zaman ve ne şekilde girdi?
Kırklareli’nde etrafımızda çingene mahallesi vardı, orada müzik hiç eksik olmazdı. Kırklareli’nin sokaklarında hep çingene melodileri duyardınız. O yüzden daha çocuklukta hayatıma girdi müzik. Fakat 1977’de II. Milliyetçi Cephe ile beraber siyasi ortam çok daha kızıştı. Bu kızışmanın ve yarılmanın müziğe de yansıması oldu. Mesela o dönemde Cem Karaca, Selda, Edip Akbayram, Moğollar gibi Anadolu rock sanatçıları daha yüksek sesle dinlenir olmaya başladı. Okuduğunuz gazeteden tercih ettiğiniz müziğe kadar her şey tarafınızı belli ederdi o zamanlar. Tabii o dönemde, bir dinleyici olarak, Anadolu rock ve protest müzik hayatımda özel bir yer edindi. Hatta bir dipnotla belirteyim: Ankara’da, Mülkiye’de okurken Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya da dinlerdim. 1981-85 arasıydı, darbe dönemi… Ahmet Kaya’yı biraz utanarak dinlerdik o zamanlar. Arabesk, sol-arabesk diye küçümsenirdi… Dolayısıyla, ben daha çok bunların dinleyicisi oldum, keyif verdiler bana. Sonuçta bir baskı dönemi yaşıyorsunuz ve onların şarkıları size dayanma gücü veriyor.
İkisi senkronik gelişmemiş; tutkulu bir müzik dinleyicisi oluşunuzla, koleksiyoncu olmanız arasındaki zaman dilimi nasıl şekillendi?
Evet. Biraz farklı bir koleksiyonculuk benimkisi. 1985’te Mülkiye’yi bitirdim, 86’da İstanbul Üniversitesi Siyasal’a gelip yüksek lisansa başladım ve 89’da asistan oldum. Asistan olduğum gibi de çok çabuk Türk Siyasal Hayatı derslerine girmeye başladım. Bu iyi olmadı bir bakıma, çünkü çok toy bir asistandım ama çabucak da pişmemi sağladı. Bu süreçte öğrencilerin ders anlatımından ziyade görüntü ve ses desteğiyle bir konuyu daha rahat hafızalarında tuttuklarını fark ettim. Böylece ders materyali olarak ses ve görüntü toplama fikri oluştu bende. Derslerde konuyla alakalı plakları dinletmeye başladım. Mesela II. Dünya Savaşı’nda ABD’lilerin dağıttıkları çok ilginç bir plak vardır: 1943-44 yılları, Roosevelt başkan. Amerikan denizcilerinin söyledikleri şarkılara dair Türkçe bir tanıtım plağı. Sovyetler Türkiye’yi işgal eder de Amerikan askerleri Türkiye’ye giderse diye yapmışlar, Türkler Amerikan marinlerini söyledikleri şarkılardan tanısın diye… II. Dünya Savaşı’nı anlatırken onu dinletiyorsunuz mesela. Yahut Türk-Amerikan dostluğunu anlatırken, Celal İnce’nin 1954 tarihli “Dostluk Şarkısı” plağını dinletiyorsunuz. Böylece, gravürlerle falan da desteklediğiniz zaman çocukların aklında kalıyor. Derse de daha etkin katılıyorlar. Mesela Kâzım Karabekir’in yazıp bestelediği bir “İstiklâl Marşı” vardır, onun taş plağı var bende. Hatta Karabekir Vakfı’na da kaydını ilk ben verdim, sonra ABD’den bulup plağı da almışlar. Bizim fakültenin çocukları da kıvrak zekâlıdır; derste o parçayı dinletince çocuklardan biri hemen, “Hocam, Kâzım Karabekir – Atatürk mücadelesini Karabekir kazansaydı şimdi bu marşı ayakta dinlerdik, değil mi?” dedi. “Haklısın!” dedim. (Gülüyor)
Sonuçta bunları ders için toplamaya başlayınca anlamlı bir bütün ifade etmeye başladılar. Plaklar üzerinden de tarihin anlatılabileceğini fark ettim. Böylece 90’ların başından itibaren kimsenin rağbet etmediği, çok ucuza satılan plakları sürekli toplamaya başladım. Uçak kazası üzerine de plak var, çiğköfte üzerine de… (Gülüyor) Kadıköy’de pazar günleri Eskici Pazarı kurulurdu, sabah erkenden oraya giderdim ben ve bir sürü plak alırdım. Çok da ucuzdu o zamanlar tabii. Sırf o plaklar değil, genelde plaklar çok ucuzdu. 90’ların sonuna geldiğimizde çok ilginç bir koleksiyon oluştu bende: Kıbrıs plakları, seçim plakları, Alman plakları, Alevi plakları… Bir de 90’ların başı, Türkiye’de Kürt meselesinin çok ağır yaşandığı bir dönemdi. Tam o sıralarda Kürtçe plaklarla karşılaşmıştım 60’lı, 70’li yıllardan. Arapça, Çerkezce, Rumca, Ermenice plaklar da gördüm ve bu da bana bu coğrafyanın renkliliğini gösterdi. Onları da topladım. Sonra elimdeki plakları gruplamaya başladım. Derken bir tarihçi olarak plakların Türkiye’de tarih yazımında hiç kullanılmadığını fark ettim. Bunun üzerine “Tarihin Sesli Tanıkları” diye akademik bir makale kaleme aldım, sanıyorum Türkiye’de de ilktir. Hatta bir kitap projesine de başladım ancak henüz tamamlanmadı. Bu arada yaptığım araştırmalarda Türkiye’de 4 bine yakın siyasal plak çıkmış olduğunu gördüm, çok şaşırtıcı bir sayı bu.
Aslında bu 4 bin plak, çok ciddi bir sayı. Çok ciddi bir oran. Çünkü Türkiye’de bugüne kadar basılmış 45’lik plak sayısının 42 bin ila 45 bin civarında olduğu tahmin ediliyor…
Tabi, çok ciddi bir oran. Ancak bizlerin bu plakları belli bir toprağın içinde anlamlandırmamız gerekiyor. Ben önce akademisyenim, bu plakları toplamaya da akademik bir amaçla başladım. Koleksiyoncuların rekabet dolu bir dünyası var, ben o dünyaya giremem. Dayanışma daha güzel bir şey; her şeye sahip olamazsınız, paylaşmamız gerek. Eğer paylaşırsak bir envanter de çıkarabiliriz. Envanter çıkartılması çok önemli bir konu.
Bu envanterler konusunda yararlanabileceğimiz en büyük koleksiyon nerede?
Bizde en büyük koleksiyon Milli Kütüphane’de, bu envanter konusunda çalışırken onların veri tabanına bakmıştım. Maalesef TRT taş plakları banda geçirdikten sonra elinde tutmamış. Bir rivayete göre kırmışlar, bir rivayete göre eritmişler… Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum bunların ama sonuçta ellerinde çok iyi bir arşivin olması gerekirdi. Bu çok önemli bir konu. Bir araştırmacıysanız şarkının kendisini dinlemeniz yetmez çünkü, plağın göbeğini de görmelisiniz; plağın göbeği size çeşitli konularda çok önemli bilgi verir.
Bahsettiğiniz bu envanter eksikliği yüzünden meslek birliklerinde büyük kavgalar kopuyor zaten. Bu konuyu aydınlatacak önemli enstrümanlardan biri kesinlikle sözünü ettiğiniz türden envanter çalışmaları.
Tabii, işin bir de o yanı var. Maddi bir mesele bu aynı zamanda; besteci kim bileceksin ki ona göre telif paylaşılacak. Fakat biz şu konuda çok geç kaldık Murat Bey: Bir plağa nasıl referans verirsiniz? Dünyada buna baktığım zaman, Chicago usulü kullanılabiliyor ama böyle standart bir referans yöntemi yok. Ben plağın göbeğindeki bilgilerden yola çıkarak kendime göre bir yöntem geliştirdim. Sonuçta aynı kayıt başka iki ayrı firmadan çıkmış olabilir, o kaydın korsan baskısı olabilir, onları da ayırt etmeniz gerekiyor. Matrix numarasını okuyorsunuz.
“İttihat ve Terakki, plağın propaganda aracı olarak önemini çok erken fark etmiş. Tabii, gramofon lüks o zaman; herkesin evinde yok. O yüzden kahvehanelerde, tiyatrolarda dinletiliyor bu plaklar. Bunu İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet devralıyor.”
Plağın bizde propaganda aracı olarak kullanılması ne zaman başlıyor?
Plağın bir propaganda aracı da olduğunu bizde ilk fark eden İttihat ve Terakki Cemiyeti. Onunla ilgili bir envanter de çıkarmıştım, 14-15 tane plak var. Mahmut Şevket Paşa’nın Hareket Ordusu’na hitaben yaptığı bir konuşma var meşhur, bilirsiniz, onun plağını çıkardılar ortaya. Çok tartışıldı kendi sesi mi değil mi diye, kendi sesi değil tabii. Zaten plağın altında da “Mukallit” yazıyor; mukallit, taklitçi demek. Mukallit bir stüdyoda kaydediyor o plağı. Ama tam bir Mahmut Şevket Paşa taklidi olduğunu da biliyoruz bunun; çünkü Mahmut Şevket Paşa, eski İstanbul Türkçesi ile konuşuyor, plakta da eski İstanbul Türkçesinde olduğu gibi “Geleor, gideor” diyor. Mesela “II. Abdülhamid’in Sarayburnu’nda Boğdurduğu Tıbbiyeli Genç” diye propaganda plağı var. Edirne’nin geri alınışı üzerine plak var. İttihat ve Terakki, plağın propaganda aracı olarak önemini çok erken fark etmiş. Tabii, gramofon lüks o zaman; herkesin evinde yok. O yüzden kahvehanelerde, tiyatrolarda dinletiliyor bu plaklar. Bunu İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet devralıyor.
Eskiden bir de dil bu kadar tek tipleşmemişti. Karamanlı şivesi, Arnavut şivesi, Rum şivesi, Yahudi şivesi, Kürt şivesi… Çeşit çeşit şiveler vardı ve 1950’li yıllara kadar bu şivelerle tiplemeler yapıldı. Böyle çok güzel mizah plakları da var. Ben dinlediğimde keyifle dinliyorum ama yeni kuşak için bir anlam ifade etmez.
Bu ciddi bir kültürel birikim gerektiriyor, şayet bu birikime sahipseniz haz alacağınız bir konu bu. Tüm bunların sanki yeni kuşaklar için pek anlamı yok gibi. Umarım yanılırım.
Kesinlikle. Onların bir şivesi yok artık. Bir açıdan kamusal alanda düzgün, standart bir Türkçe konuşmak güzel ama bu kültürel zenginliği de öldürüyor biraz.
Biz Kurtuluş’ta 12 daireli bir apartmanda oturuyoruz. İki aile Türk; onun dışında Rum var, Ermeni var, Musevi var, Levanten var, Süryani var… hepsiyle son derece dostane komşuluklarımız var, tıpkı doğup büyüdüğüm Fatih’teki mahalledeki gibi. Ancak şimdi gelin görün ki, bu sohbetlerde dillerine ve lügatlerine bakarak emin olun hangisi hangisi anlayamazsınız.
20 yıl önce olsa anlardınız. Bir Rum’un şivesini, bir Ermeni’nin şivesini, bir Yahudi’nin şivesini ayırt edersiniz.
Derslerde propaganda plaklarını nasıl kullanıyorsunuz?
Derslerde 60’lı 70’li yılların propaganda plaklarını dinlettiğimde, 1960-80 arası Türk siyasal hayatı daha bir yerli yerine oturuyor. Adalet Partisi’nin anti-komünizm söylemi, CHP’nin “Ak Günlere” şarkısıyla barış söylemi öne çıkıyor. MHP’nin “Davadan Döneni Vurun”, TİP’in meşhur kongre plağı… Bunlar öne çıkıyor. Bir de bu piyasayı fark edip mizah plakları çıkarmışlar. Hemen hemen hepsiyle bir siyasal dönemi anlatabiliyorsunuz. Mesela CHP ile MSP’nin koalisyon kurmasına dair bir mizah plağı var. TBMM’de dönemin ünlü milletvekillerinin özelliklerinden yola çıkarak iki takım kuran bir mizah plağı var: İktidarspor ve Muhalefetspor karşı karşıya geliyor, vekillerin konuşmaları falan taklit ediliyor… O yılları öğrencilere bu plaklarla anlatmak çok daha keyifli oluyor.
Derslerinizde sırf plak mı kullanıyorsunuz yoksa başka formatlardan da yararlanıyor musunuz?
Başka formatlardan da yararlanıyorum. Bu, öğrencilerin ses teknolojisindeki değişimi takip etmelerini de sağlıyor: Taş plakla başlıyorsunuz, plakla devam ediyor sonra kasete geçiyorsunuz… Dolayısıyla çocuklar bir yandan propaganda denen şeyi fark ediyorlar, bir yandan sesin değişik formlarında kullanımını fark ediyorlar. Bir açıdan yakın dönem ses teknolojisi tarihi de görmüş oluyorlar yani. Sınıfa muhakkak pikap ve plak götürüyorum ben, sadece ses kaydını dinletmiyorum yani. O dönemde o parça nasıl dinlenmiş, onu da görsünler istiyorum.
İlginçtir hocam, bazen belgelerin çözemediği şeyleri bir plağın iki turuna sıkıştırılmış bir cümle çözebiliyor.
Kesinlikle öyle. Mesela ben Türk-Amerikan ilişkilerini plaklar üzerinden yazmıştım; 40’ların başındaki bu işgal plağından “Hoşt Amerika Puşt Amerika”ya kadar… Plakların seyri üzerinden bile iki ülke arasındaki ilişkileri takip edebiliyorsunuz. Gurbet plakları da çok ilginçtir mesela: Az sayıda Avusturya plakları vardır, daha az sayıda İngiltere plakları, en çok Almanya plakları vardır… Onlar da üç dönemdir: İlk dönem plakların konusu sıla özlemidir. 70’lerin ortasına doğru, ikinci dönem plaklarda, Türk-Alman evliliklerinin başladığını görürsünüz; ufak bir entegrasyon vardır. Üçüncü dönem plaklarsa artık Almanya’da bir yabancı olarak neler çektiklerini anlatır; Türkiye’ye dönmek aklında yoktur gurbetçinin, Almanya’ya yerleşmiştir. Yani plaklar üzerinden göçün insan üzerindeki aşamalarını bile takip edebiliyorsunuz: Önce sürekli geriye dönmeyi düşünme, sonra ilk evlilikler ile uyum sağlamaya başlama, en sonunda da artık oralı olma. Alevi plakları da bu açıdan enteresandır, çok ilginç gelir bana: Aleviler 1960’ların başından itibaren şehre göçmeye başlıyorlar. Tabii, Alevi geleneğinde sazın-sözün önemi çok büyük. Alevilerin şehre gelip varoşlara yerleştikleri andan itibaren şehirle olan uyumsuzlarını dile getirmeye başladıklarını görüyorsunuz; elektrik, su gibi altyapı sıkıntılarını da anlatıyorlar mesela, bir kadına âşık olup kültürel farklılar nedeniyle açılamama gibi sıkıntılarını da.
Aslında nasıl yabancılaştıklarını anlatan küçük anekdotlar bunlar…
Evet, bir yabancılaşma hikayesi oluyor. Ama bütün bu anlattıklarımız; bu gurbet plakları, Alevi plakları, ağıt plakları, Kürtçe plaklar, hepsinin anlamı çok güçlü bir sözlü kültür geleneği olmasından kaynaklanıyor. Çünkü plağın icadının ve yaygınlaşmasının şehre göçle hemen hemen eşzamanlı olduğunu görüyoruz. Daha çok okuma-yazma bilmeyen insanların eski destan geleneğini, Ramazan geceleri geleneğini plak üzerinden devam ettirdiğini fark ediyoruz. Bir de, bir iletişim aracı haline geldiğini görüyoruz. Anadolu’nun değişik yerlerindeki insanları tünelde olan bir faciadan da, maçta olan bir faciadan da plaklar aracılığıyla haberdar ediyorsunuz. Zannetmiyorum ki yazılı kültürün daha hâkim olduğu bir Almanya’nın, bir İngiltere’nin plak tarihinde böyle zengin bir konu malzemesi olsun… İran’da olabilir ama mesela, şaşmam İran’da varsa. Plağın, sözlü kültürün tam üzerine oturması bu konu malzemesi zenginliğini doğuruyor.
Plak Mecmuası’nın 4. sayısında yayınlanmıştır.