Halit Kakınç, DÖNÜŞÜM Günlerini Anlatıyor

“Uzayda bir elektrik hasıl oldu!” diyor Erkin Koray, o günler için. Doğu ile Batı çarpıştı; tavr-ı rock’n’roll, gezegenimizin Hudinisi sihirli Anadolu topraklarında kendine taze bir vücut buldu. O vücut ki ayağı başka, kafası başka, eli başka renk idi! Kimi yolunu sert gitar tonlarıyla çizdi, kimi gürül gürül vokaliyle, kimi folk tınılarıyla. Yalnız bir topluluk vardı ki, daha sonraları Anadolu pop yahut Anadolu rock dönemi diye anılacak bu zamana Asya steplerinden sesler taşıdı – o gün yaptıkları müzik, bizi hâlâ şaşırtıyor. O topluluğun adı Dönüşüm’dü! 

Alman Lisesi Orkestrası’nın 1970 Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’nda birincilik almasıyla başladı macera. Grubun kadrosu şöyleydi: Muhtar Turan, Melih Kibar, Zeki Baktır, Atilla Hünal, Hüsnü Erim ve Halit Kakınç. Birinciliği getiren “Gevherî” şarkısı ise Halit Kakınç’ın bestesiydi. O vakitler Muhtar Turan ile Halit Kakınç, Oruç Güvenç’i de yanlarına alıp Dönüşüm’ü kurdular. Ömrü çok uzun sürmese de Dönüşüm, Asyatik tınıları ve enstrümanlarıyla Anadolu pop döneminin folk tarafına özgün bir ses ekledi. 

Halit Kakınç, Dönüşüm dağıldıktan sonra müziği bıraktı ve akademiye yöneldi. Avrasya’nın en enteresan politik figürlerinden Mirseyid Sultangaliyev üzerine dünyadaki en kapsamlı çalışmalardan birini yaptı. Ömrü boyunca, Saramago’nun bilinmeyen bir adayı arayan meşhur serüvencisi misali, hep bir arayış halinde olan Halit Kakınç ile Dönüşüm günlerine ve müziğimize dair çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Dilerim, siz de Halit beyin sohbetinden benim kadar keyif alırsınız. İyi okumalar!  

Öncelikle, zaman ayırdığınız için teşekkürler. Müzikle ilgilenmeye nasıl başladınız? 

Babam müzik hocasıydı. Haliyle müzik hep hayatımda oldu… Çocukken mandolin çaldım mesela. İstanbul’a 12 yaşında göçtüğümüzde babam hafif müzik üzerine bir dershane açtı. Gitar, org dersleri falan veriyordu. Bir Avrupa Yakası’nda bir de Anadolu Yakası’nda iki şubesi vardı. Ama ben müzisyen olursam okumayacağım diye bir endişesi vardı bir müzik hocası olmasına rağmen. Genelde müzik dershanelerine girişim yasaktı bu yüzden. Ben o yokken girdim durdum. Önce davul öğrendim, sonra gitar öğrendim… Onun muhalefetine rağmen müzik yaptım hep. 

Kaç enstrüman çalıyorsunuz?

Doğru dürüst öğrendiğim tek enstrüman davuldu. Diğerlerini hep kendim söktüm; gitar, banjo, bağlama falan filan… 

Asyatik enstrümanlarına da merakınız var. Onlara ne zaman merak saldınız? 

Folklora, öze dönüşe dair bir eğilim oluşmuştu o yılalrda. Enstrüman satıcılarında bile bulamazdınız o enstrümanları doğru dürüst ama bağlama kullanmak, ıklığ kullanmak gibi bir eğilim vardı. Ben de dünya folkloruna meraklıyımdır. Türk folklorunda niye Peter, Paul & Mary gibi, Joan Baez gibi örnekler yok; biz niye bunu yapmıyoruz diye düşünüyordum. Dönüşüm’ü de bu düşünceyle kurduk zaten. Yerli enstrümanları armonize bir üslup içerisinde kullanalım, kalıcı olalım istedik. Joan Baez ve Peter, Paul & Mary gibi isimler klasikleşti ama maalesef Türkiye’de pop kültürü egemen olduğu için benzer örnekler üç beş ay yendi, yutuldu ve tüketildi. 

Asyatik enstrümanları nereden temin ediyordunuz peki? Bulması kolay olmamalı…

Bağlama bulursunuz, cura bulursunuz ama Asyatik enstrümanları bulmak çok zordu. Herhalde 17 yaşındaydım, bir ortamda “Sana birini tanıştıracağız,” dediler, “Oruç Güvenç. Kazan Tatarı bir ailenin Türkiye’de dünyaya gelmiş bir çocuğu. O çok ilginç enstrümanlar çalıyor.” Rebabı hayatımda ilk defa onda gördüm, gubuzu ilk defa onda gördüm… Ney de üflüyordu. Çok yetenekliydi. Kazan kökenli olduğu için biraz lehçeli olmakla birlikte birçok Tatarca parça da biliyordu. “Yahu, sen aradığımız adamsın!” dedim. Onu aldık gruba. Böylece Dönüşüm oluştu. Muhtar (Turan) ile grubu kurmuştuk ama Oruç’un da katılımıyla kimliğini buldu. 

Dönüşüm adı nereden geliyor? 

Nizam diye bizden dört beş yaş büyük bir arkadaşımız vardı, koyu solcuydu, fizikçiydi. Profesör oldu sonra. Muhtar Turan’ın mahallesindeki abilerdendi. Birgün ona gittik. “Ya Nizam,” dedi Muhtar, “Biz bir grup kuruyoruz. Folklor araştırmaları var. Asya’ya kadar uzanacağız. Bir isim arıyoruz kendimize ama bulamadık, senin bir önerin olur mu?” diye sordu. Nizam şöyle bir baktı, “İsminiz Dönüşüm olacak.” dedi. Dönüşüm oldu! (Gülüyor) 

1970 Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’nda Alman Lisesi olarak kazandığınız birincilik çok önemli Dönüşüm’ün kuruluşunda…

Evet, “Gevherî” diye bir besteyle aldık. Melih Kibar da grubun orgcusuydu, sınıf arkadaşımdı zaten. Ama besteleri ben yapıyordum, “Gevherî” de benim bestem. 

Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması, Altın Mikrofon Yarışması… Bunlar çok önemli yarışmalardı. O yıllarda genç müzisyenlerin bu yarışmalara bakışı nasıldı? Nasıl hazırlanıyordunuz? 

Her ikisi de çok önemli yarışmalardı. Birçok genç müzisyen çıktı oralardan. Kendimizi göstermek için bir fırsattı. Çok gençken piyasaya atılmak isteyen çok insan vardı. Bir tek de Spor ve Sergi Sarayı vardı o dönem, orada da akustik yok… Rezalet sesler! Ama büyük kuyruklar olurdu kapıda, bir sürü insan gelirdi yarışmayı izlemeye. Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması bir ringti bizim için. 

Kadıköy delikanlılarıymışsınız siz… Kadıköy’de nasıl bir müzik ortamı vardı o yıllarda?

Zaten üç yerde toplanırdı gruplar: Kadıköy tarafı, Bakırköy ve Ataköy tarafları, bir de Yeniköy ve Sarıyer’in olduğu Boğaz tarafı. Bu üç temel merkezden çıakrdı bütün akımlar. Bizim merkezimiz Kadıköy’dü. Kalamış’ta Köhne adında bir kahvehane vardı, bildiğin kahvehane! Köhne’de takılırdı herkes. Kaygısızlar gelirdi, Fikret Kızılok gelirdi… Barış abi (Manço) de Kadıköylüdür ama o pek uğramazdı. Cem abi (Karaca) karşı taraflıydı, Bakırköy’de olurdu o. 

Dönüşüm olarak Anadolu pop akımına dahil ediliyorsunuz genelde. Ancak çok daha otantik bir tınınız var, Orta Asya’ya da uzanıyorsunuz… Dönüşüm’ün müzikal yaklaşımı neydi? 

Aslında sevaplarımızın yanı sıra günahlarımız da var. O günkü politik atmosfer içerisinde biz Arap ve Fars tesirini külliyen reddettik. Bu çok büyük bir hataydı. Arap ve Fars tesiri dediniz mi, klasik Türk müziğini, yani sanat musikisini reddediyorsunuz… Bizim otantik müziğimiz Asyatik müziktir ve bu pentatonik müziktir, dedik. Dolayısıyla bağlamanın İstanbul görmüşü bile dejenereydi bize göre. Sonra Orta Asya’ya kadar uzandık; ilk sesler, ilk renkler… Ama yanlışımız şuradaydı: Türk sanat musikisi de otantik; Türkleşmiş o, Arap değil artık. 

Arabesk, peki? 

Arabesk başka bir şey, o sosyal bir yapılanmanın bir neticesidir. Köyden kente göç ile doğmuştur. Gecekondularda başlamıştır. Öyle başlamak da zorundaydı. Çünkü her müziğin temsil ettiği bir sosyal grup vardır. O sosyal grubun da bir müzik üretimi ve tüketimi olmak zorundaydı, arabesk oldu. Biz bırakın arabeski, Türk sanat musikisini bile kabul etmedik. Çok koyuyduk: Veysel türü bağlama, ıklığ, rebab, gubuz, Asya’dan etkilenmiş olan pentatonik müzik. Çıkış noktamız buydu. 

Aslında 60’ların sonlarına kadar gençler Batı enstrümanlarıyla çıkıp İngilizce şarkılar söylüyordu. Sonra ne oldu da birden Batı enstrümanlarıyla, Batılı biçimlerde Türk halk müziği yorumlamaya yöneldiler? Dönüm noktası neydi? 

Birçok akım Türkiye’ye gecikmeli geliyordu. Dışarıda özellikle ABD kökenli çok güçlü bir folk akımı vardı. Bu folk akımı gecikmeli de olsa Türkiye’ye geldi. Pete Seeger’la başlayan, Kingston’la devam eden bir akımdı… Folk akımı gelince doğal olarak ona bir cevap vermek gerekti. Yalnız, bir hatamız oldu: Biz, İstanbul, İzmir ve Ankara’dan ibaret bir Türkiye’ye hitap ediyorduk ve Türkiye’nin de bu olduğunu zannediyorduk. Elbette bu şehirler Türkiye’nin bir parçası ama çok daha geniş bir ilgi alanı da var. Onları kaçırdık. Devam eden gelenek var. Kars’a gittik, ee, Murad Çobanoğlu… Ama ondan başka âşıklar da var! Biz belki yaşın, belki de o günkü atmosferin tesiriyle radikal baktık. Sonra su yolunu buldu. İsteseniz de istemeseniz de folklorle, klasik Türk musikisiyle, arabeskle, pop dediğimiz tür içiçe geçti ve dönüştü. 

Müziğe yasaklamalarla, empozelerle hakim olup onu yönlendiremezsiniz. Kültür ve müzik kendi kendini yönlendiriyor, nitekim öyle oldu. 

Dil gibi… 

Aynen öyle! “Yanıt diyeceksin, cevap demeyeceksin!” diye bir şey olmaz. Yahu, Sıhhat ve İçtimati Muavenet Vekaleti demiyoruz; Sağlık ve Sosyal Yardımlaşma Bakanlığı diyoruz. Ama Sağlık ve Sosyal Yardımlaşma Bakanlığı’nı rahatlıkla telaffuz ediyoruz. Uydurukça değil; empoze etmek istediğinizde olmuyor. Toplum kendi kendine neyi nasıl götüreceğine karar veriyor, müzikte de öyle oluyor. 

Aslında Türk müziğinde çokseslilik ve modernleşme Osmanlı’nın son dönemlerinde başlamıştı ama Cumhuriyet Devrimi’yle beraber dört başı mamur bir devlet politikası haline geldi. Anadolu pop dediğimiz müziğin oluşmasında 20’li ve 30’lu yılların müzik politasının etkisi ne kadardı? 

Bu, çok geniş cevap vermeyi gerektiren bir soru. Ben bambaşka bir noktadan giderek oraya geleceğim. İki notanın arasında, sözgelimi Re ile Mi, yarım tonlar hariç dokuz tane komalı ses vardır. Yani Re’den Mi’ye geçene kadar dokuz tane çok hafif farklı ses vardır. Batı müziği dört buçukta bölmüştür bunu. Do – Do diyez – Re. Ara tonları duymazsın. Hep dört buçuk sonrasını duyarsın… Doğu müziğinde ise neyzen dudağını hafif büzerek ya da çalgıcı perdesiz sazlarda parmağını kaydırarak o seslerin hepsini duyar. Makamlar da buna göre inşa edilmiştir. Bu aslında melodik zenginliktir. Bu zenginliği külliyen reddetmek yanlıştır. 1900’lü yılların başındaki anlayış böyle yorumlandı. Bunu da çoğunlukla Mustafa Kemal’e mal ettiler. Alakası yok, oturur Doğu müziği de dinlerdi… Fakat her devrimde olduğu gibi bizim Cumhuriyet Devrimi’nde de fanatikler çıktı. Nitekim ben dahil 1000 yıllık, 1500 yıllık geçmişimizi külliyen reddettik; sadece Batı kalıplarına uyan tonları aldık, geri kalan yok dedik. Geri kalan var. Var olduğunu bugün görüyoruz. Modernize edebilirsiniz, armonize ederken uyan tonları kullanabilirsiniz ki Azeriler bunu bizden çok daha önce yaptılar, ama netice itibariyle akılla nakil birbirinden farklı. Akıl nakli ele alıp da yönlendirmediği takdirde radikal bir takım denemeler oluyor, o denemeler de bir yere toslayıp orada duruyor. 

Murad Çobanoğlu’nun Dönüşüm için yazdığı, “Kiziroğlu” plağının arka kapağındaki şiir.

Dönüşüm’e dönelim. İlk Dönüşüm plağı 1970 yılında Grafson’dan çıktı. Plağın A yüzünde daha sonra çok meşhur olacak “Kiziroğlu” vardı. Nedir “Kiziroğlu”nun öyküsü?

Ben 18 yaşındaydım, bizim menajerimiz Ali Eraslan benden bir yaş büyüktü. (Gülüyor) Ali’nin ablası Yıldız Eraslan da TRT’de program yapıyordu. Ablası bir gün ona bir bant getirmiş, Ali heyecanla beni buldu, “Bir parça var, Murad Çobanoğlu diye Karslı bir âşık çalmış, dinlemen lazım!” dedi. Ali’nin evine gittik, çok güzel bir teybi vardı Ali’nin. Sony marka, büyük bir teyp. Bir dinledik ki parçayı, aman Allah! “Biz bu şarkıyı yapmak zorundayız!” dedim. Nasıl yapacağız peki? Ali’nin ablasının Grafson ile bir bağlantısı varmış, Grafson’a gittik. Grafson o yılların en parlak plak şirketlerindendi, Harut Ürgüplüoğlu vardı başında. Zeki Müren falan onlardaydı. Tünel’de devasa bir stüdyosu vardı. Tonmeister Hayrettin (Dalkılıç) abi, “Girin bakalım, çalın parçanızı,” dedi. Biz tam 7 saat boyunca o stüdyoda “Kiziroğlu”nu çaldık. Sonra stüdyodan bir çıktık ki sözleşme hazır… “Anlaşırsanız plak olacak,” dediler. Ne olacak? Plak olacak! (Gülüyor) 

Anlaşmadan sonra Harut bey, Ali Eraslan’ı yanına bir miktar para verip Kars’a gönderdi. Ali, âşıklar kahvesinde Murad Çobanoğlu’nu buldu ve ona telif ücretini ödedi. Bunu da bizden başka yapan grup olmamıştır.  

Plağın arka kapağında da Murad Çobaoğlu’nun Dönüşüm için yazdığı bir şiir var…

“Söylerim Halit Kakıncı / Yükselmektir onun hıncı / Sözleri eritir tuncu / Hâle Dönüşüm, Dönüşüm!” (Gülüyor) 

Yüz yüze görüşme şansınız oldu mu Murad Çobanoğlu’yla?

Hep yazıştık ve telefonlaştık ama yüz yüze görüşmek hiç kısmet oldu. Yıllar sonra oğluyla tanıştım, oyuncu o da. Bir televizyon programındaydım. O beni tanıdı, “Ben Ozan Çobanoğlu,” dedi. Gözümden bir damla yaş süzüldü benim, kalktım sarıldım… Oğlu yahu, Murad Çobanoğlu’nun oğlu! O devasa divan sazı ve çalış biçimiyle çok öte bir adamdı Murad Çobanoğlu.   

Soldan: Orhan Topçuoğlu, Halit Kakınç, Oruç Güvenç, Vecdi Ören, Esin Afşar, Nida Eskin, Niyazi Tagizade, Aykut Şener, Faruk Kakınç

“Biz 1972 yılında Sovyetler turnesine çıkmıştık Esin Afşar ile. Azerbaycan’da 8 konser vereceğiz… Bir kokteyl verdiler şerefimize. Meşhur orkestra şefi Niyazi Tagizade de oradaydı. İşte, gazeteciler falan da var, fotoğraf çektireceğiz… “Niyazi Bey, şöyle merkeze gelin de fotoğraf çekilelim,” dedik. Şöyle bir baktı, “Ben neredeysem merkez orasıdır!” dedi.”

Aynı yıl yine Grafson’dan bir 45’lik daha yayınladınız: “Seyid Osman / Yeni Düştü Alacalık”. “Seyid Osman” ilginç bir parça, Tatarca… 

Oruç Güvenç vasıtasıyla bulduk o parçayı da. Sonradan diliyle alakalı bir tartışma çıktı. “Bu Tatarca değil,” dediler. Oruç’un ailesi Kazan’dan göçtüğü için bize parçayı Kazan lehçesiyle öğretti Oruç. Halbuki, bizim aşina olduğumuz Kırım Tatarcası. Yani bizim okuduğumuz da Tatarcaydı ama lehçesi Kazan lehçesiydi, Türkiye Türkçesine daha uzak bir lehçe… O yüzden Tatarca değil sandılar.

Enstrümantasyon bilhassa ilginç. 

Tabii, tabii. Rebab ve gubuz kullandık. “Yeni Düştü Alacalık”ta da öyle. Acaba gitarı, banjoyu kullanmadan, sırf Doğu sazlarıyla bir armoni meydana getirebilir miyiz arayaşındaydık. Ama yaşımız çok küçüktü ve Azeriler gibi de değildik. Azeriler o işi yaptılar ama hepsi konservatuvar mezunuydu! 

Yeri gelmişken; biz 1972 yılında Sovyetler turnesine çıkmıştık Esin Afşar ile. Azerbaycan’da 8 konser vereceğiz… Bir kokteyl verdiler şerefimize. Meşhur orkestra şefi Niyazi Tagizade de oradaydı. İşte, gazeteciler falan da var, fotoğraf çektireceğiz… “Niyazi Bey, şöyle merkeze gelin de fotoğraf çekilelim,” dedik. Şöyle bir baktı, “Ben neredeysem merkez orasıdır!” dedi. Biz onun çevresine toplandık. (Gülüyor) Olağanüstü bir adamdı Niyazi Bey, olağanüstü!

1971 yılında babanız Deyiş Plak’ı kuruyor. Deyiş Plak’ın hikayesini anlatır mısınız? 

Vaktinde “Sen müzisyen olmayacaksın, sen adam olacaksın!” deyip duruyordu – ne demekse! Sanki kendisi adam değil, müzik hocasıydı o da… (Gülüyor) Böyle söyleyen babam, önce grubun menajerliğini devraldı. Sovyetler Birliği, Romanya, Bulgaristan turneleri yaptık. Sonra “Plaklarınızı da ben yapayım,” dedi. Olur, dedik. İyi mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum ama “Kızılırmak”, “Sevsem Öldürürler” gibi plaklar Deyiş Plak’tan çıktı. 

Deyiş Plak’tan ilk yayınlanan Dönüşüm plağı “Kızılırmak / Oy Beni Beni”. “Kızılırmak” şarkısında yaylı sazlar ve sanırım obua kullanıyorsunuz. O dönemki çokseslilik arayışının ve Avrupa ve ABD’deki saykedelik müziğin etkisi mi yoksa başka bir arayış mı? 

Dönüşüm’ün ilk kurulduğu yıllarda sahnede dört kişiydik: Ben, Oruç Güvenç, Atilla Hünal ve Muhtar Turan. Sonra Muhtar ve Atilla ayrıldılar. Onlar ayrılınca elektronize olalım dedik. Elektronize olunca çift ney üfletmeye başladık; birisi Orunç Güvenç, birisi Nida Eskin. O nereden çıktı peki? Plaklarla büyük orkestra kullansak mı kullanmasak mı diye düşünüyorduk. Fagot ve obua kullanmaya karar verdik. Ancak fagot ve obuayı sahneye taşıyacak halimiz yoktu. Çift neye fagot ve obua partisyonu çekmeye başladık. Tabii, orkestrasyon diye bir mesele var, o konuda şanslıydık. Gruptan ayrılsa da Muhtar ve Alman Lisesi’nden arkadaşım Melih Kibar düzenlemeleri yapıyorlardı. 

Muhtar Turan ve Atilla Hünal niye ayrıldılar gruptan?

Herhalde babaları izin vermedi müziğe devam etmelerine. 

“Kızılırmak” sizin besteniz bu arada… Çok besteniz var mı? 

Besteciliğe el atmam biraz “Gevherî” bestem ile Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’nda birincilik almamızdan ileri geldi, onun şımarıklığıydı. (Gülüyor) İlk bestemdi “Gevherî”, ilk bestemle ödül alınca neden başka yapmayayım diye düşündüm. “Kızılırmak” geldi önce, “Sevsem Öldürürler” geldi, birkaç beste daha geldi sonra. İlk yıllarında Erol Evgin’e verdim bir beste, Tansu’ya verdim… Tamamen besteciliğe yönelseydim daha da iyi işler çıkarabilirdim.

Atilla Hünal ile Muhtar Turan’ın ayrılmaları Dönüşüm’ün müziğini nasıl etkiledi? 

Çok fazla etkilediğini söyleyemem. Belki ayrılmalarıyla beraber Dönüşüm olması gereken bir şekle büründü. Nihayetinde bizden bir yıl önce kurulmuş olan bir Modern Folk Üçlüsü vardı. Modern Folk Üçlüsü zaten o Kingston yansıması müziği yapıyordu. Onlardan sonra çıkıp, her ne kadar alaturka enstrümanlar ilave etmiş olsak bile, aynı müziği sürdürmek iyi değildi bence. Yani onların ayrılmasıyla beraber Dönüşüm müzikal anlamda başka bir şekil aldı, almak da zorundaydı. Çünkü Oruç’un varlığı Dönüşüm’ü buna itiyordu. 

Deyiş’ten çıkan ikinci plağınız “Sevsem Öldürürler”, en bilindik Dönüşüm parçalarından… Neden o kadar öne çıktı sizce? 

Vallahi hiç bilmiyorum. Çok enteresan bir şey söyleyeyim size: Melih’ten ve Muhtar’dan yardım almadan, başından sonuna kadar her şeyini kendim yaptığım tek parçadır. Vokallerde üç sesten ikisi bana aittir. Çok tuttu! 

TRT Radyo Tiyatrosunun da jenerik müziğiydi senelerce…

Evet, giriş kısmı. Ondan telif alabilseydim çok zengin olurdum! (Gülüyor) 

Peki bu plaktan sonra konserlerinize ilgi arttı mı? 

İlgi zaten vardı. Belli bir alıcımız vardı bizim; hafif ukala tipler… Herhalde benim o zamanki ya da bu zamanki halime benziyor! (Gülüyor) Yani Dönüşüm’ün kendine özgü, Anadolu pop kitlesine göre daha kentsoylu bir dinleyici kitlesi vardı. 

Eğlenceli de bir konser anımı anlatayım: Folk şölenleri veriyorduk okullarda. İlk büyük şölenlerden birini Üsküdar Amerikan’da verdik. “Kiziroğlu” patlamıştı o dönemde de. Konserimize Fikret Kızılok’tan tutun Modern Folk Üçlüsü’ne herkes bizi dinlemeye geldi. Konser bitti, çıktık, bir grup genç kız ellerinde kağıt kalem imza almak üzere bağırarak geliyorlar! Çekilelim kenara dedik, çünkü herhalde Modern Folk Üçlüsü’nden imza alacaklar… Meğer bize geliyorlarmış. O kadar farkında değildik olayın! (Gülüyor)  

Şöhret olduğunuzu anlamadınız yani? 

Tam bilincinde değildik. O sıralar herkes gitarla gezerdi, ben sazla geziyordum. Bir gün yine sazla çıktım, iki kız birbirini dürtüyor ve bana bakıyorlar… Herhalde tanıdılar beni dedim; saz omuzumda, kasılarak yürümeye başladım. Biraz yanaştım onlara. Kızlar baktı, “Yok, Fikret Kızılok değilmiş,” deyip gittiler. (Gülüyor) Yani, o kadar genç ve idealisttik, bütün bunları yaşadık. Haliyle şöhret olunca tam bilincine varamadık. 

1972 yılında Ohannes Kemer katıldı gruba. Onun gruba katılımı hakkında neler söylemek istersiniz?

Çok iyi yaylı tambur ve bağlama çalardı, Anadolu Ermenisiydi çünkü. Batı’yı da iyi bildiği için Anadolu müziğiyle Batı müziğini harmanlamayı çok iyi becerirdi. Onun bize getirdiği parça “Osman Pehlivan”ı bir yıl sonra Barış Manço “Lambaya Püf De” olarak söyledi ve şarkı çok meşhur oldu. 200 bin sattı Barış abinin o plağı. 

Nasıl hissettiniz, bozuldunuz mu? 

Yok. Bozulmak diye bir şey yoktu o zamanlar. Çok sevdiğimiz insanlardı. Fikret Kızılok’un bir parçasında gitar çaldım ben mesela. Barış abiyle biraz daha az görüşürdük gerçi, Cem abinin ise hayranıydık. 

Politik sebeplerle mi mesafeliydiniz Barış Manço’ya?

Hayır, hayır. Müziğini çok benimsemezdim ben. Ama Cem Karaca dediğiniz zaman akan sular dururdu. 50-60 kişilik bir orkestranın önüne koyun, şarkı söylesin Cem abi, öte bir şeydi! Yine Fikret’in bazı besteleri vardı, bugün hâlâ aşılmamıştır… Müzikal bakımdan onları daha beğenirdim. 

“Osman Pehlivan” geçtiğimiz yıl Saz Beat III diye bir toplama uzunçalarda yer aldı. Haberdar mısınız?

Yok, bilmiyordum. 

Yeri gelmişken sorayım: 2000’lerin ortasından itibaren Batılı dinleyiciler Türk müziğiyle daha çok ilgilenmeye başladılar. Sizce nedir bunun sebebi?

Frank Sinatra’nın ölümüne yakın kızı ona yeni müziği nasıl bulduğunu soruyor. “Enteresan buluyorum,” diyor Sinatra, “Ya hiç bitmeyen bir parçayı herkes tekrar ediyor ya da tek bir parça var onun versiyonlarını çalıyorlar.” İşin bundan daha iyi bir özeti olmaz. Yeni müzikte melodik zenginlik yok. Halbuki eski parçalara baktığınız zaman onlarda bir melodik zenginlik buluyordunuz, o şarkıların özgünlüğünü sağlayan da o melodik zenginlikti. Her parça başkaydı. Şimdi ne oldu? Her parça bir. Bir tek Türkiye’de değil tabii, bütün dünyada böyle. Bunu aşanlar yok mu? Var. Ama az kişi. 

“‘Bana Bir Mutluluk Ver’ şarkısının hikayesi enteresandır. Aşk şarkısı diye dinliyor herkes ama ben o şarkıyı Galatasaray’a yazdım!”

“Yar Hasreti / Osman Pehlivan” plağını çıkardıktan sonra Sayan Plak’a geçiyorsunuz. Sayan da önemli bir plak şirketi. O günler hakkında neler anlatabilirsiniz? 

Fahrettin Sayan ve Yılmaz Sayan, baba oğul, çok önemli işler yapıyorlardı. Biz de onlarla çalışmak istedik, olur dediler. Çok başarılı plaklar yapamadık açıkçası ama netice itibariyle onlar iyi niyetle yaklaştılar. İki plak çıkardık Sayan’dan: “Hey Dost / Hekimoğlu” ile “Bana Bir Mutluluk Ver / Estergon Kalesi”

“Bana Bir Mutluluk Ver” şarkısının hikayesi enteresandır. Aşk şarkısı diye dinliyor herkes ama ben o şarkıyı Galatasaray’a yazdım! İyi bir Galatasaray taraftarıyımdır. Şarkıyı yazdığım dönem Galatasaray çok kötü gidiyordu. Herhalde Fenerbahçe’yle oynayacağımız bir gün, Taksim’den Dolmabahçe’ye doğru yürüyorum. İnönü’de oynanıyor maç. Yürürken bu şarkı aklıma düştü! Mırıldana mırıldana gittim stadyuma kadar. Sonradan aşk şarkısına dönüştü belki ama o “Bana bir mutluluk ver!” haykırışı aslında Galatasaray’adır yani. (Gülüyor) 

Harika hikayeymiş! Fakat bu Sayan günlerinin ardından grup yavaş yavaş sona geliyor. 1975 yılında son iki plağınızı yayınlıyorsunuz. Biri “Mevlana 75 / Kimeno”, diğeri de “Taek-won-do / Güle Oynaya”. İkisi de çok ilginç parçalar…

Ama ikisi de çıktıkları dönemde çok duyulmadı. “Taek-won-do” aslında çok iyi parçadır. 

Bence “Mevlana 75” çok daha enteresan bir parça.

“Mevlana 75” başlı başına bir olgu! Nasıl yaptımsa, Londra’dan Lute Konçertosu’nun orijinal kopyasını getirttim. Sene 1975! Müziği de bırakıyoruz artık… Nur Moray’ı soktuk davula, üç de kadın vokal. Lute Konçertosu’ndan partisyonlar, Mevlana’nın meşhur dizeleri… Öyle bir şarkı. Çok çarpıcı olacak herhalde dedik; duyulsa, olacaktı da! Üç beş kişi dinledi, kayboldu gitti sonra “Mevlana 75”

Plak şirketi mi duyuramadı?  

Hayrettin abi yaptı o plağı. Ama o plakçı değildi, çok iyi bir tonmeister’di. Pek üzerine düşemedi. Ümidimi koruyorum hâlâ, 40 yıllık parça diyebilirsiniz ama özgün bir deneme. Belki birilerinin hoşuna gider, duyulur! (Gülüyor) 

“Mevlana 75″in ardından Dönüşüm’ün son plağı “Taek-won-do / Güle Oynaya” geldi. Son plağınız olacağını biliyor muydunuz? 

Bir noktada seçim yapmanız gerekiyor. Ya profesyonel müzisyen olacaksınız ya bırakacaksınız. Çünkü insanlar iş güç derdine düşüyor belli yaştan sonra, bir meslek erbabı olmak istiyor… Çok iyi eleman bulmakta zorlanıyorsunuz. O zaman ne yapacaksınız? Ya karar verip sadece müziğe odaklanacaksınız ya da müziği bırakacaksınız. Ben bırakmaya seçtim. 

“Taek-won-do” parçasını da konuşalım kısaca. Siz Türkiye’nin ilk tekvandocularındansınız. Tekvandoyla tanışma hikayenizi anlatır mısınız? 

Felsefi açıdan Zen’e, Budizm’e falan çok meraklıydım o sıralar. O konulara meraklı olduğunuz zaman onlarla ilgili sporlara da merak salıyorsunuz. Judo ile başladım ben, sonra tekvando geldi Türkiye’ye. Tekvando gelince ona geçtim. İlk Ankara’da başlamıştı tekvando, rahmetli İsmet (Iraz) abiyle. Sonra İstanbul’a geldi, ben de İstanbul’daki o ikinci gruba dahil oldum. O sıralar Moda Spor Kulübü, Uzak Doğu dövüş sporları okulu kurdu. Ben de tekvando branşının başına geçtim. 

Peki şarkı nasıl doğdu? 

Kung-fu çok popülerdi o yıllarda. Biz de tekvandoyu anlatalım dedik. Müziği bırakma zamanlarıma denk geldiğinden belki, çok tutmadı o parça da. Halbuki yeni de bir teknolojiyle kaydedilmişti. İlk ve tek stereo Dönüşüm parçasıdır “Taek-won-do”.  

Moog da var parçada…

Melih Kibar’a çaldırdık Moog’u. Hatta aramızda dalga geçerdik, “Ulan sana o kadar para verdik, Moog bulduk, onda da bula bula Farfisa sesi buluyorsun!” diye. (Gülüyor) Yoktu çünkü onda da Moog, hangi tonlara aşinaysa onları çaldı yine… Pahalı bir synthesizer’dı. Biz de kiralayabilmiştik ancak. 

Şimdi Dönüşüm parçalarının olduğu bir uzunçalar çıkıyor Arşivplak etiketiyle. Şaşırdınız mı böyle bir teklifle karşılaştığınızda, bunca sene sonra?

Şaşırdım tabii. Önce Ercan (İmre) tek geldi, sonra Volga (Çoban) ile birlikte geldiler. Başta inanmıyordum da pek doğrusunu söylemek gerekirse; işte, konuşuyorlar bir şeyler, sözleşme getirmişler falan… Sonra baktım, iş ciddi! Farklı bir heyecan. Umarım iyi olur. 

 

Plak Mecmuası’nın 4. sayısında yayınlanmıştır.