Yavuz Çetin üzerine: Yanlış gezegende doğmuş zaman yolcusu | Batıkan Baksı
Bazı albüm ve şarkıları sindirmekte zorlanıyorum. Onları bir solukta dinleyemiyorum. Yavuz Çetin’i dinlerken kendime sorular sorma imkanı buluyorum
Bu yazıyı yazmaya başladığım -hatta yazmayı kafamda tasarladığım- andan itibaren kulağımda yalnızca iki dize ve yaşamın başlangıcından sonuna kadar durmadan devam ediyormuş gibi hissettiren bir gitar solosu var. Dizeleri soracak olursanız, yukarıya not olarak düştüğüm sözler. Yani Yavuz Çetin’in Satılık albümünün kapanış parçası olan “Her Şey Biter”in nakarat sözü. Solo da tahmin edeceğiniz üzere, bu şarkının adeta dünyaya ait olmayan notalarla çalınmış solosu.
Geçtiğimiz gün Blue’yu belki de beşinci kez izlerken, tüylerimin diken diken olduğu bir sahnede Yavuz Çetin hakkında bir şeyler karalama ihtiyacı hissettim. Yavuz Çetin, bu topraklarda zamanına yetişemediğim için hayıflandığım isimlerden biri. Öldüğü tarihte yedi yaşında olduğumdan, maalesef o dönemi çok da hatırlamıyorum. Hayalle karışık hatırlayabildiğim gazete küpürleri, belki de bir akşam televizyonda açık olan haber bülteninde geçen hüzünlü sözler o döneme dair anımsadığım birkaç an. Milenyumun gelmesinin heyecanı tüm dünyayı ve ülkemizi sarmışken; 1999’dan itibaren Türkiye’nin yaşadığı kayıplar, heyecanla karışık hüznü de beraberinde getirdi. İşte Yavuz Çetin de bu büyük kayıplardan birisiydi.
Blues gibi herkese çok da hitap etmeyen bir müziğin Türkiye’de en bilinen ismi olmak pek kolay değil. Öldüğünde 31 yaşındaydı. Belki de yaşından beklenmeyecek olgunlukta eserler üretmesi onu bu mertebeye bu kadar çabuk ulaştırdı. Ancak Yavuz Çetin’i sadece bununla sınıflandırmak, ona yapacağımız bir haksızlık olurdu. Sırf uzun saçlı olduğu için sokakta “ağır abiler” tarafından dayak yiyen rocker gençlerin yanında satanizm damgasıyla yaftalanan bir alt kültür olan 90’lar rock & metal müzik atmosferinde büyük mekanları doldurabilecek, sabahlara kadar çalınan gitar sololarıyla herkesi büyüleyecek seviyede bir gitar virtüözü olması da Çetin’in en büyük alamet-i farikalarından. Dönemin popüler şarkılarına bile elektro gitarı yerleştiren, hatta Türkiye’de ilk kez gitarda talkbox pedalını kullanan Yavuz Çetin, kitleleri elektro gitarın büyülü dünyasıyla da tanıştırmıştı. Bu yüzden de “Türk rock müziğinin altın çocuğu” tanımlamasını sonuna kadar hak eden, adına müzik festivali düzenlenecek kadar önemli bir isim olmuştu.
Bazı albüm ve şarkıları sindirmekte zorlanıyorum. Onları bir solukta dinleyemiyorum. Yavuz Çetin’i dinlerken kendime sorular sorma imkanı buluyorum. Çünkü biliyorum ki hepimiz, dünyayı izlerken, farklı noktalarda birbirinden değişik detaylarla karşılaşmaya mahkumuz. Belki kültürümüz, belki dünya görüşümüz, belki de hayatın bizimle karşılaştırdıkları vizyonumuzu diğer insanlardan tümüyle ayırıyor. Peki, Yavuz Çetin’in hayata baktığında gördüğü neydi? Nasıl oldu da hayatın karanlığını, bu kadar olumlu bir dille anlatabildi? Gerçeklik algısını nasıl diğer insanlardan bu kadar ayrıksı bir hale getirdi ve bu onu böylesine derin bir dünyayla tanıştırdı? Bu sorulara cevap bulamayacağımı biliyorum ancak Yavuz Çetin albümleri, benim için müzikten öte felsefi bir yolculuk olma özelliği taşıyor.
Aslında bu yazıyı yazmadan önce de onun şarkılarını dinlemeye çekinir gibi yazmaya da çekindim. Büyük isimleri anlatmak, haklarında bilgiler vermek, onların sanatı hakkında bir şeyler dile getirmek beni hep zorlar. Bir noktaya değinsem, diğer noktanın hatırı kalır gibi hissederim. O yüzden bu yazıyı da bir kritik ya da müzik tarihine dair bir yazıdan ziyade kendisi ve sanatı hakkında bir deneme gibi kaleme almayı tercih ettim. Biraz dönemin müzikal atmosferini anlatmak, biraz kendisinin hayatından ve dönüm noktalarından bahsederek yazıyı çok da uzun tutmadan bitirmek istiyorum.
Yavuz Çetin, 1970 yılının güzel bir sonbahar gününde dünyaya gelirken Türkiye, Türkçe müziğini saykodelik rock müziğin şekillendirdiği ve toplumsal dünyasında gençlik hareketlerinin yükselmeye başladığı bir dönemden geçiyordu. Dönemin Anadolu pop-rock grupları kült olacak eserlerini müzik tarihimize bir bir eklerken, Türkiye’nin sosyo-kültürel hayatı da altın çağını yaşıyordu. İşte bu dönemin içinde çocukluğunu geçiren Yavuz Çetin, küçük yaşta tanıştığı curayla müziğe olan ilgisini de dışavurmuştu. Çocukluğunda dinlediği gruplarla gelecekte çalacağını bilmeden müzikle ilgilenirken, 1985 yılında elektro gitarla tanışmasıyla birlikte müziğimizde de yeni bir kapı açacak çalışmalarına başlamıştı.
17 yaşına gelip profesyonel olarak müzik hayatına başladığında, eğitim hayatını da büyük bir aşkla bağlı olduğu müzik üzerinden şekillendirmeye karar veren Yavuz Çetin, Haydarpaşa Lisesi’nde okurken Ercan Saatçi ile tanıştı. 1985 yılında kurdukları, “Ercan Yavuz Vahe” adını verdikleri grupla çalışmalarını sürdürürlerken 1988 yılında Hey Dergisi’nin o dönem başlatmış olduğu yarışmaya “I Will Cry Again” şarkısıyla katıldılar ve yarışmaya katılan diğer gruplarla beraber bir toplama albümde yer aldılar. Bu, Yavuz Çetin ve Ercan Saatçi için de bir dönüm noktası olarak kişisel tarihlerine yazıldı. Çetin’in Marmara Üniversitesi Müzik Bölümü’nü kazanmasının ardından hızlandırdığı müzikal çalışmaları, yer aldığı Labirent grubuyla devam etti. Yıldız Teknik Üniversitesi’nin düzenlediği müzik yarışmalarında da ödüller toplayan Yavuz Çetin’in ışığı günden güne parlamaya devam ediyordu.
Blue Blues Band sahneden inene kadar kimse dikkatini başka bir yöne çevirmiyordu. Grubun ünü yalnızca Beyoğlu ile sınırlı kalmamış, İstanbul dışına da yayılmıştı
Rock müziğin yeniden yükselişe geçtiği, eski grupların yanı sıra yeni grupların da boy göstermeye başladığı 80’lerin sonları, dönemin apolitik olarak yetiştirilmek istenen gençleri tarafından büyük bir verimlilik çağı olarak görülüyordu. Tarihler 1990’ı gösterdiğinde şu an Türk rock’ında kendini ispatlamış sanatçı ve grupların underground duruşlarıyla rock barlarda alt kültürden gençlerle buluştuğu gecelere bir grup daha ekleniyordu: Blue Blues Band.
Batu Mutlugil ve Zafer Şanlı ile kurulan blues grubu, kısa sürede rock müziğe gönül veren gençler arasında popülerliğe kavuşmuştu. Daha sonradan Kerim Çaplı’nın ve Sunay Özgür’ün katılmasıyla son kadrosu oluşan Blue Blues Band, Türkiye’de bir efsaneyi de doğurmuştu. Beyoğlu gecelerinde en “ölü” gün sayılan pazartesi geceleri bile Hayal Kahvesi’ni hınca hınç dolduran grubun ünü günden güne yayılıyor, geleceğe damga vuracak sert çocuklarla beraber en çok dinlenen gruplardan biri haline geliyordu. Ergenliğin ve 90’ların Batı’ya açılan yüzünün de heyecanıyla hayata baş kaldıran gençler, grubun sololarıyla kendisinden geçiyor, Blue Blues Band sahneden inene kadar kimse dikkatini başka bir yöne çevirmiyordu. Grubun ünü yalnızca Beyoğlu ile sınırlı kalmamış, İstanbul dışına da yayılmıştı.
Yavuz Çetin, bir yandan Blue Blues Band ile çalışmalarını sürdürürken, 90’ların ortasında stüdyo müzisyenliğine de başladı. Stüdyo müzisyenliğinde birbirinden özel pop ve rock albümlerine gitarıyla eşlik eden Çetin, Göksel’in “Sabır” şarkısında kullandığı talkbox pedalıyla adını müzik tarihimizin ilkler bölümüne de yerleştirdi. Şarkının geneline hakim olan gitar efektiyle akıllara kazınan “Sabır”, Türkiye’de talkbox pedalının kullanıldığı ilk şarkıydı.
Yeri ayağın altından kaydıran soloları, içinde geçen hikayelerle duygu yoğunluğunu kemiklere kadar hissettiren sözleri ve Türkiye’de pop müziğin doruğa yükseldiği bir dönemde piyasaya kafa tutan duruşuyla ‘Satılık’, tüylerimi diken diken eden bir çalışma
1996’da, 26 yaşındayken MFÖ ile sahneye çıkıp konserlerin tozunu attıran Yavuz Çetin için sıra artık kendi solo çalışmalarının meyvelerini toplamaya gelmişti. 1997 yılında arkadaşı Ercan Saatçi’nin prodüktörlüğünde İlk adını verdiği ilk albümü Stop Production etiketiyle piyasaya çıktı. Daha sonra da Rainbow45 Records tarafından plak olarak da basılacak olan albüm, iddialı şarkıları ve müzisyen kadrosuyla rock ve blues severlerin başını döndürmüştü. Hâlâ döndürüyor. Benim albümde hastası olduğum çalışma ise Erkan Oğur’un perdesiz gitarıyla konuk olduğu “Dünya”. Kemal Sunal’ın oynadığı son film olan Sinan Çetin imzalı Propaganda’nın da finalinde etkileyici bir şekilde yer alan çalışma, adı gibi dünyanın bir özetini sunuyor sanki.
İlk’in ardından, stüdyo müzisyenliğine ve Yavuz Çetin Group adıyla solo çalışmalarına devam eden Yavuz Çetin, ikinci albümü için de hazırlıklara başlamıştı. Ancak İlk’ten sonra hayatı Yavuz Çetin için günler iyi geçmiyordu. Yavuz Çetin, depresyonla boğuşuyordu. Yine de ikinci solo albümü için üretime geçmişti. Başından sonuna kadar Yavuz Çetin’in hayata karşı sunduğu bir manifesto olma özelliği taşıyan Satılık böyle bir dönemde ortaya çıktı. İki yıl arayla hazırlanmış olmasına rağmen, İlk’ten birçok açıdan ayrılan Satılık; dinleyeni gerçekliğin ürpertici dehlizlerinde gezdiren, hayatın tek taraflı olmadığını yüze vuran, umut dolu olsa da kişiyi bulunduğu yerden kanatlanıp uçma isteğine sürükleyen bir albüm. Kendisi de soruyor ya bir şarkısında “Benimle uçmak ister misin?” diye… Yeri ayağın altından kaydıran soloları, içinde geçen hikayelerle duygu yoğunluğunu kemiklere kadar hissettiren sözleri ve Türkiye’de pop müziğin doruğa yükseldiği bir dönemde piyasaya kafa tutan duruşuyla Satılık, yukarıda da söylediğim gibi, benim başından sonuna tek seferde dinlemekte zorlandığım, tüylerimi diken diken eden bir çalışma. Sindirmekte zorlandığım bir gerçek ama dinlemeye başladığımda da tadına doyamadığım albümlerden. Ayrıca müzisyen kadrosuyla da adeta yıldızlar geçidi.
Ne yazık ki Yavuz Çetin, bu albümün çıktığını göremedi. Yapım sürecinde meydana gelen aksaklıklar, onda albümün çıkmayacağına dair kanaatler oluşturdu. O dönem yoğun depresyon tanısıyla tedavi gören müzisyen kendi deyişiyle “yaratılan sistemlere, kullanılan yöntemlere” daha fazla direnemedi. 15 Ağustos 2001 günü, Boğaz Köprüsü’nde ilerlerken arabasını durdurdu ve köprüden atlayarak yaşamına son verdi. Geriye adını altın harflerle yazdıracağı iki albüm, kendisinden sonra gelecek nesle de harika bir ilham bıraktı. Satılık albümü de ölümünün ardından TMC etiketiyle raflardaki yerini aldı.
Uzun zamandır yazmak isteyip de, cesaret edemediğim Yavuz Çetin yazımı da yazmak bugüne kısmetmiş. Yanlış galakside doğup, yolunu inandığı şekilde çizmiş, müzik aşkıyla hayatının sonuna kadar yaşayıp harika bir iz bırakmış bir zaman yolcusunu anlatmak, beni heyecanlandırmanın yanında hüzünlendiriyor. Zaman yolcusu diyorum, çünkü ne bu zamana ne de bu düzene ait birinden bahsediyorum. Yavuz Çetin’i canlı izlemiş kişilerden sahnesinin ne denli büyülü olduğunu dinledikçe, hem istemsiz bir coşku hem de hüzün hissediyorum. O döneme denk gelememiş olmak en hayıflandığım şeylerden biri. Neyse ki anısını her daim yaşatacak müziği ve arkadaşları hala hayatımızda. İki hafta sonra aramızdan ayrılışının 19. yılı olacak Yavuz Çetin’in. Şimdiki dönemde yaşasaydı ne hissederdi, nasıl müzikler yapardı bilmiyorum ancak her dinlediğimde bir “keşke” diyorum.