Pazar Şarkıları #4 “Jaki Liebezeit’ın Anısına”

“Krautrock’a bir bulaşan, bir daha ondan kurtulamaz,” demişti bir abim, beni Amon Düül ile Krautrock’a bulaştırırken. Sonrası kendiliğinden geldi zaten: Neu!, Faust, Popol Vuh, La Düsseldorf, Kraftwerk, Ash Ra Tempel… ve tabii ki Can! Artık ben de “Krautrock’a bir bulaşan, bir daha ondan kurtulamaz,” sözünün ispatı bir Krautrock müridiydim.

Krautrock’tan 60’ların sonunda başlayıp 70’lerde kendini bulan ve jazz’dan psychedelic’e, funk’tan klasik müziğe birçok kaynaktan beslenen deneysel Alman müziğini anlıyoruz. Ancak Krautrock, bundan fazlasını, bir kültürel fenomeni ifade eder. David Stubbs’ın Future Days: Krautrock and the Building of Modern Germany kitabında yaptığı Krautrock tanımını çok seviyorum.

“Tüm uyumsuz unsurlarına karşın Krautrock,” diyor Stubbs, “Hem eski mi eski hem de fütüristik bir idealizm özlemini, kayıp bir birlik özlemini anlatan renklerden, stillerden ve tonlardan oluşan bir gökkuşağı koalisyonudur.”*

Jaki Liebezeit

Tam bir hafta önce, yani Pazar Şarkıları #3‘ün (link burada) yayınlandığı gün, o gökkuşağı koalisyonundan bir parça kopuverdi: Krautrock dendi mi akla gelen ilk gruplardan Can’in büyük davulcusu Jaki Liebezeit hayatını kaybetti. 1938 doğumlu bu şahane Alman, aslında caz çıkışlı bir davulcuydu; Manfred Schoof ile çalışmıştı. Zaten Can’i kuran kadrodan kimse rock müzik kökenli değildi. Irmin Schmidt klasik müzikle uğraşan bir piyanist ve besteciydi, Karlheinz Stockhausen’ın öğrencisiydi. Holger Czukay da Karlheinz Stockhausen’ın öğrencisiydi, bas çalıyor ve kayıt teknikleriyle ilgileniyordu; rock müziğe ilgisi 1960’ların sonunda başlamıştı. Son olarak, gitarist Michael Karoli de müziğe jazz yaparak başlamıştı.

Bu dört müzik adamının kurduğu gruptan ilginç bir şeyler çıkmaması imkansızdı. Daha sonra gruba Malcolm Mooney vokalist olarak da katılmış, ilk albümden sonra ayrılıncaysa yerine Japonya’dan çıkmış en tuhaf insan olması muhtemel Damo Suzuki gelmişti. Böylece Can efsanesi, David Stubbs’ın krautrock gökkuşağındaki en parlak, en tuhaf ve en ilham verici renklerden biri olmuştu. Bunda, Jaki Liebezeit’ın payı büyüktü; Can’in üç şaheserinin, Tago Mago (1971), Ege Bamyası (1972) ve Future Days (1973) albümleri onun kendine has davul tarzının üzerinde şekillenmişti.

Herkes ölüyor, kalanlara ölenleri hatırlamak düşüyor. Ben de istedim ki, bugünü Jaki Liebezeit’a adayalım! Pazar Şarkıları #4, Jaki Liebezeit anısına olsun. Bu yüzden bugünkü listemiz yedi Can şarkısından oluşuyor: All Gates Open ile başlıyoruz. Halleluhwah ve Bring Me Coffee Or Tea ile devam ediyoruz. Sonra Future Days ve Tango Whiskyman geliyor. Kapanışıysa Sing Swan Song ve Vitamin C  ile yapıyoruz.

Tüm bu şarkıları dinlerken, Jaki Liebezeit’ı hayranlık ve sevgiyle anasınız. Buyurun!

*Krautrock, despite its dissonant elements, was a rainbow coalition of tempers and colours, styles and tones that represented ahankering for a lost unity, an idealism that was both futuristic and as old as the very forests and hills.

Haftanın playlist’i

 

CAN – All Gates Open (1978)

Hadi kabul edelim, 1970-74 arası o efsanevi döneme kıyasla bir tık aşağıda bir albüm All Gates Open şarkısının yer aldığı Can (1978) albümü. Daha doğrusu, Irmin Schmidt’in de bir röportajda dediği gibi, grubun “asıl Can fikrinden farklı bir yöne gittiği” bir döneme ait bir albüm. Ayrıca, Can için on yıllık bir aranın da başlangıcı: Can, bu albüm yayınlanmadan hemen önce dağıldı ve bir daha Can adını ancak 1986 yılında 1989’da yayınlanacak Rite Time albümlerini kaydetmek için stüdyoya girdiklerinde duyduk.

1970-74 arasındaki albümler kadar etkileyici olmasa da, All Gates Open şarkısı şahsen benim Can’i çok sevdiğim albümler arasına almama yetiyor. Şarkının en ilginç yanı sanırım Irmin Schmidt’in kilise çalışından mülhem synthesizerları. Bir de, o blues açılışı – mızıka!

Bu arada, bu albümde, Traffic’le de çalışmış olan perküsyonist Rebop Kwaku Baah’ın da çaldığını ekleyeyim. Zaten bu albüm, Can’le üçüncü albümü. Önceki iki albüme de katkıda bulunuyor Baah.

CAN – Halleluhwah (1971)

Can’in en harika dönemidir 1970-74 arasındaki dönem. Tago Mago (1971) da bu dönemin ürünü albümlerdendir. Birçoklarına göre grubun en iyi albümüdür. Bana sorarsanız, Future Days (1973) ve Ege Bamyasi (1972)’ndan ayırmam zor; ama şuna eminim ki, Tago Mago kadar ilham verici albüm az yapılmıştır! Primal Scream’in Bobby Gillespie’sinin “Daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu; ne Avrupalıydı ne rock’n’roll… Avrupalı ve gizemliydi!” dediği bir albümden bahsediyoruz. Bu albümü en iyi tanımlayansa Julian Cope’tur:

“Sadece kendisi gibi tınlayan bir albüm, ne kendisinden öncekilere ne de sonrakilere benziyor.”

Gerçekten, Tago Mago, sadece kendisi gibi tınlayan bir albümdür. Halleluwah da işte öyle bir şarkı! Albümün B yüzünün tamamını kaplayan 18 dakika 33 saniyelik bir çılgınlık. Çılgınlık diyorum, çünkü bu psychedelic soslu deneysel funk şarkısını nasıl açıklarım bilemedim. Daha açılışı ile insanı kendine bağlar Halleluwah – ne bastır o! Sonra zaten Jaki Liebezeit’ın tekrarlı ritimleriyle hipnotize edici davulu gelir – artık kaçış yoktur! Bir de Michael Karoli’nin, Damo Suzuki’nin yırtıcı vokalleriyle kendinden geçen gitarı eklenince… üff!

“Takım işi,” denir ya; Halleluwah işte öyle bir şarkıdır, tam bir takım işidir. Gerçi neredeyse tüm Can şarkıları için geçerlidir bu ama Halleluwah bir başka öyledir; bir parçasını çıkarıvereyim, değiştirivereyim deseniz müzik tanrıları sizin belalınız olur. Mahalleliden evinizi öğrenir, kapınıza dayanırlar. O yüzden lütfen bu şarkıyı coverlayarak mahvetmeye kalkmayın ve kendinizi onun ilham verici kollarına bırakın.

Bir de not: Primal Scream’in Vanishing Point (1997) albümündeki Kowalski adlı şarkısında “Halleluhwah”dan alınmış sample’lar kullanılmıştır, Jaki Liebezeit’ın davulları…

CAN – Bring Me Coffee Or Tea (1971)

Tago Mago’nun kapanış şarkısıdır Bring me Coffee or Tea. Irmin Schmidt’in beni hep ürperten klavyesiyle açılır, harika bir melodidir. Damo Suzuki’nin sakin ama diken üstünde vokalleri de çok etkileyicidir. Ancak beni bu şarkıda en çok çeken nokta şudur: Bring Me Coffee Or Tea, Doğu müziği esintileri duyabileceğiniz bir şarkıdır. Yer yer (4.14 mesela) “Sitar mı bu?” sorusu sorduran gitarlar, şarkının tüm o tedirgin havası ve 4.23’te duyulan çocuk sesiyle birleşince Hindistan’da geçen bir Alman korku filminin içindeymişsiniz gibi hissettirir. En azından bana öyle hissettiriyor…

Bu arada Jaki Liebezeit’ın şarkının sonlarına doğru daha fark edilir olan nefis davul performansına da dikkat çekelim. Belki albümün en önemli parçası değil “Bring Me Coffee Or Tea” ama harika bir kapanış şarkısı: Ürpertici, sakin ve dikkat çekici.

CAN – Future Days (1973)

Şimdi, Can’in en önemli üç albümünden birine, Future Days (1973) albümüne adını veren şarkıdayız.

Future Days, maalesef, Damo Suzuki’nin yer aldığı son albümdür. Kayıtları, ’73 yazındaki mutlu tatilleri sağ olsun, diğer albümlere göre çok daha keyifli bir havada geçmiştir ve bu keyifli hal albümün kendisine de sirayet etmiştir. Ambient müzikten izler taşıyan, oldukça atmosferik ve huzurlu bir albüm ortaya çıkmıştır. Nitekim Holger Czukay da Future Days’i “Can’in ambient albümü” olarak nitelendirmiştir.

Albümün o ambient havasını ve huzurlu tınısını daha ilk şarkıda, yani bizim de playlistimizdeki Future Days‘te hissedersiniz. Önünüzde adeta bir manzara belirir: Bir haziran akşamı, günbatımı, dalgalar hafif hafif sahile vurmaktadır… Emprisyonist bir tabo gibidir “Future Days”; fakat henüz yapılmadı. Onu yapacak ressamın doğmasına sanırım daha onlarca yıl var!

Demek istediğim, bu en nihayetinde bir Can şarkısı (ve albümü). Aklınıza sıradan hiçbir şey gelmesin!

CAN – Tango Whiskyman (1970)

Tango Whiskyman, Can’in ikinci albümü olan Soundtracks (1970)’in ikinci şarkısıdır. Soundtracks aslında bir toplamadır; adı üstünde, Can imzası taşıyan film müziklerinden oluşur. Ayrıca, Damo Suzuki’nin yer aldığı ilk Can albümüdür. Ancak Suzuki’yle beraber grubun orijinal vokali Malcolm Mooney de bu albümde yer alır. Soul Desert ve She Brings The Rain şarkılarını Malcolm Mooney söylerken, Tango Whiskyman de dahil diğer şarkılara sesini veren Damo Suzuki’dir.

Tango Whiskyman, Deadlock (1970) filminin müziklerindendir. Damo Suzuki’nin mırıldanan, sakin ama karanlık vokaline eşlik eden gitarla açılır. Şarkıda Jaki Liebezeit’ın dokunuşları da müthiş belirgindir. Bazen, Allah affetsin, grubun geri kalanı sussun sırf davulları dinleyeyim isterim.

Soundtracks’i bir film müzikleri albümü olduğunu unutmadan dinlemek lazım. Tabii ki Can’i Can yapan üç muazzam albümle karşılaştırılamaz; ama keyifli bir albümdür, ayrıca Tango Whiskyman gibi şahane bir şarkıya ev sahipliği yapar.

CAN – Sing Swan Song (1972)

Sing Swan Song, Can’i Can yapan üç albümden Ege Bamyası (1972)’nın ikinci şarkısıdır. Kapağındaki bir kutu Ege bamyası görseli, ne kadar tuhaf bir albümle karşılaşacağınıza dair bir uyarı olabilir. Hatta muhtemelen öyledir, yani “Biz buraya bir Ege bamyası koyalım da, hazırlıksız yakalanıp kafayı çizmesinler,” demiş olduklarını düşünüyorum.

Şaka bir yana, Ege Bamyası tuhaf olduğu kadar mükemmel bir albümdür – tuhaflığıyla mükemmel! Ancak muhtemelen grubun en stresli geçen kaydıdır ve ne tesadüf ki, tüm bu stresin de sebebi oldukça tuhaftır: Damo Suzuki ile Irmin Schmidt’in satranç saplantısı! İkili stüdyodaki vakitlerinin çocuğunu satranç oynayarak geçirdiğinden, kayıtlar uzadıkça uzamış ve nihayetinde grubun iki ayağı bir pabuca girmiş; albümü vaktinde yetiştirme derdine düşmüşlerdir. Bu sanatçı tayfası böyle azizim, acayip huyları var.

Bu gecikmeden dolayı, albümden önce single olarak yayınlanan ve epey de tutulan “Spoon” şarkısı da albüme eklenmiş, ayrıca iki şarkı uzatılmıştır: Bu şarkılardan biri Vitamin C, diğeri ise Sing Swan Song’dur.

Su sesiyle başlayan “Sing Swan Song”, melodik ve huzurlu bir şarkıdır; sanki bir gölün etrafında geçen sessiz bir sonbahar rüyasıdır. Bana nedense Pink Floyd’un “Julia Dream”ini anımsatır. Belki iki şarkı da yoğun melankoli içerdiğinden…

Bu arada, ne alaka demeyin, Kanye West bu şarkıyı Drunk & Hot Girls adlı şarkısında sample olarak kullanmıştır.

CAN – Vitamin C (1972)

Ege Bamyası’nın en sevdiğim şarkısı! Holger Czukay’ın nefis basları, Jaki Liebezeit’ın ona eşlik eden (ve insanın yerinde durmasının önünde büyük teşkil eden) davulu, Irmin Schmidt’in şarkının sonlarına doğru giren o yumuşak klavye solosu ve Damo Suzuki’nin tekrar edip duran “Hey you! You’re losing your vitamin C!” yakarışları…

İnsanın “Neden daha uzun değil ki!” diye üzüldüğü şarkılardandır Vitamin C, bitmesin istersiniz. Sayısız sanatçıyı etkilemiştir, çarpmış, kendinden geçirmiştir. Portishead’den Geoff Barrow şarkıyı ilk defa 1991’de duymuş, duyduğu gibi aklı çıkmıştır. “Düyanın en iyi grubu bu!” nidaları arasında hemen plakçısına koşmuş, Ege Bamyası’nı almış ve o gün bugündür Ege Bamyası olmadan yapamaz olmuştur.

Ayrıca şarkı Inherent Vice (2014) filminin müzikleri arasında yer alır.

Ne diyelim; C vitaminsiz kalmayasınız!

Playlist’in linki burada.