Şairane bir Yunan masalı: The Steams – Wild Ferment (2018)
#greekspotting - yazı no. 1
Atina’ya ilk defa 2018’in Mart ayında gittim; 2010 yılında 27. yaş günümde hediye olarak gelen Nirvana’nın Nevermind albümü ile başladığım plak toplama maceramın yepyeni bir döneminin başlayacağının farkında olmadan.
Yine her yurt dışı seyahati öncesi olduğu gibi Atina’daki plak dükkanlarını internetten araştırmış, sonrasında bu şehrin kıdemlisi olan Rainbow45’ten Salih Abi (Karagöz) ile listemi teyit etmiştik, fakat asıl kilit hamle yine ondan gelmişti: “Murat’cım,” demişti, “Monastraki Meydanı’na çok yakın bir yerde bir plakçı var, adı To Diskadiko. Iossif diye bir sahibi var, yakın arkadaşım olur; Türkçe de biliyor. Senin seveceğin birçok şey gördüm son gittiğimde, gidip tanışmanı öneririm.”
Atina’ya bir Cuma günü, sabah erken saatte inmiştik. Normal bir insan için şehrin her yerinden görünen Akropolis ilk hedef olacakken, biz ilk günümüzü uzun sürmesi muhtemel bir plak dükkanı turuna ayırmıştık. Önceden belirlediğimiz bir rota üzerinde Monastraki Meydanı’nın hemen yanındaki bit pazarı içinde bulunan Zaharias ve Mr. Vinylios’u ziyaret edip progresif rock tarihinin önemli albümlerinden bazılarının uygun baskılarını gayet iyi fiyatlara aldıktan sonra sıra To Diskadiko’ya gelmişti. Meydan ile ana cadde arasındaki ufak bir sokakta bulunan geniş denebilecek dükkana girdiğimizde ilk olarak üzerinde “Psychedelic Rock/Rare” yazan raf ilgimi çekmiş olsa da ilk baktığım 13th Floor Elevator ve The West Coast Pop Art Experimental Band plaklarının fiyatları beni daha “rare” olmayan raflara yönlendirirken, bir yandan da gözüm içeride Salih Abi’nin anlattığı Iossif olması muhtemel kişileri tarıyordu. Kasada duran ve Iossif olmadığı kesin olan, sonrasında eşi Stella olduğunu öğrendiğim kişi Iossif’in dışarıda olduğunu, fakat bir iki saat içerisinde dükkanda olacağını söylediğinde akşam geri dönmek üzere rotamızı diğer dükkanlara çevirmiş, geri döndüğümüzde içten bir “Hoşgeldiniz” ile karşılanmıştık. Bu içtenlik sanırım yaklaşık bir buçuk saatlik bir sohbete evrilmişti. Iossif’le müzikten plağa, Türkiye’den Yunanistan’a, bir de sebebini hatırlamadığım şekilde kahveye uzanan bu sohbetin sonunda Atina’da bir “abi” sahibi olmuştuk. O gün dükkandan ayrılmadan önce Iossif bana “Bak bu adamlar Barış Manço’yu çok seviyorlar,” diyerek Chickn’ın bir süre önce Atina’da Gagarin 205 adlı bir kulüpte verdikleri konserde çaldığı “Lambaya Püf De” cover’ının videosunu izletmişti. Bu, benim yeni nesil Yunan gruplarıyla ilk el sıkışmam oldu.
Yaklaşık 4 ay sonra Atina’ya tekrar giderken Chickn’ın plağını almaya çoktan karar vermiştim. To Diskadiko’ya vardığımdaysa iş farklı bir boyut kazandı: The Steams, The Empty Frame ve Naxatras gibi gruplar başta olmak üzere, sohbet formatında, hızlandırılmış bir ‘yeni dönem Yunan grupları’ dersi aldım!
Böylece, Temmuz 2018 benim için müzikal açıdan bir milat oldu; ilk olarak Twitter üzerinden, sonrasında Instagram hesabım ve Spotify üzerindeki listemle devam ettiğim gönüllülük esasına dayanan bir Yeni Dönem Yunan Grupları Türkiye Temsilciliği süreci başlattı. Bir yılı aşkın bir süredir sosyal medya üzerinde oluşturduğum mikro içerikler ile üzerine yoğunlaştığım yeni dönem Yunan gruplarını artık Plak Mecmuası’na bir yazı dizisi olarak taşıyor ve The Steams’le başlıyorum.
THE STEAMS
Atina’nın neo-saykodelik doğasından çıkan The Steams, 60’ların acid-rock ve 70’lerin daha karanlık klasik saykodelik yapısını bir araya getiriyor. Grup, dört kişiden oluşuyor: Alex Bolpasis (bas), Gustav Penka (davul), Andrew Kokovikas (gitar), Panos Dimitropoulos (vokal, gitar) – grubun birazdan değerlendireceğim kayıtlarında bas gitarda Alex Bolpasis yerine Simon Esnafides var, onu ayrıca belirteyim.
2016’da yayınladıkları ilk EP’leri Feed/Green Fire ile Yunanistan’ın son yıllarda müzik piyasasına kattığı mükemmel gruplar arasında yerini alan The Steams, bundan iki yıl sonra, 2018’de, yine kendi baskıları olan Wild Ferment isimli uzunçalarlarını yayınlayarak müzik âleminde yerini sağlamlaştırdı.
The Steams’in yaptığı müzik -Panos’un tanımıyla – “kısmen deneysel, kısmen saykodelik, kısmen de geleneksel Yunan ezgileri ve halk müziği (folk) esintileri taşıyan bir karışım.” Grubun deneysel yönü The Brian Jonestown Massacre ve The Black Angels gibi Panos’un dinlediği grupların karakteristik özelliklerinden esinlenmiş. “Folk” kısmı ise hikaye anlatımı ve yine Panos’un çocukken dinlediği yerel müzikler, içinde birçok farklı esin barındıran ve dinledikçe insanın aklına kazınan, kendine özgü bir yapı ortaya çıkarıyor.
The Steams’i muhakkak sahnede izlemeniz gerektiğini söylemeliyim; seyirci üzerinde kurdukları etki gerçekten inanılmaz.
The Steams’in ilk uzunçaları olan ve 2018 yılında 180 gr. beyaz plak olarak da piyasa sürülen Wild Ferment, 9 şarkıdan oluşan yaklaşık 45 dakikalık bir masal. Grubu Iossif’in önerisiyle keşfettikten sonra, her yıl Ziria’da düzenlenen ve sadece Yunan grupların çaldığı ücretsiz bir festival olan Ziria Müzik Festivali’nde canlı dinleme ve grup üyeleriyle tanışma fırsatı buldum. Albüme geçmeden önce, The Steams’i muhakkak sahnede izlemeniz gerektiğini söylemeliyim; seyirci üzerinde kurdukları etki gerçekten inanılmaz.
Wild Ferment’teki tüm şarkıların söz ve bestesi Panos Dimitropoulos imzası taşıyor. Albümün şarkı kalitesi, grubun müthiş uyumu ve Alex Bolpasis (everysonic) ile Gustav Penka’nın stüdyodaki yetenekleriyle desteklenince ortaya insanı hipnotize eden ve grubun deyimiyle “kaleydoskopik” bir müzik deneyimi ortaya çıkıyor.
Wild Ferment, konsept bir albüm. Bir The Dark Side Of The Moon gibi yaklaşık 45 dakikalık tek bir parçadan oluşmasa da albümdeki tüm parçalar birbirini takip eden ve tamamlayan bir hikaye akıcılığında ilerleyerek birbirinden bağımsız ama iç içe geçmiş üç farklı temele oturuyor. Bunlardan ilki “The Harvest” ile başlayan ve dünyayla doğayı temeline alan bir hikaye – “The Harvest”, “The Drought”, “Perfect Storms From Afar”, “Ephemeral Joy”. İkincisi, Panos’un dönemsel olarak yaşayarak etkilendiği olayları temeline alan tarihsel bir hikaye – “The Harvest”, “Ever Lasting”, “Amdajitr (the odyssey of young)”, “The Beautiful”, “Fjordian Blue”. Üçüncüsüyse, bir ‘manzara’ tarifi – “The Drought”, “Perfect Storms From Afar” ve tabii ki albümdeki favori şarkım “Black Sand”.
Albüm “The Harvest” ile karanlık bir başlangıç yapıyor ve aslında temel hikayesini anlatmaya başlarken, grubun solisti Panos’un yaşadığı depresif dönemleri anlatarak şairane mükemmelliğini keşfetmemizi sağlıyor. “Ever Lasting”e geçiş “you’re in the wrong time, in the wrong age” dizesiyle 60’lar ve 70’ler saykedeliğine özlemi ve zamansızlığı yüzümüze çarpıyor. Albümün sözleri arasında favorim olan “the right kind of hate” ifadesi de bu şarkıda geçiyor. Albümün tek politik şarkısı “Amdajitr (The Odyssey Of Young)”, Avrupa’daki mülteci krizinden bahseden bir mini müzikal olarak araya girdikten sonra ise albümün en neşeli şarkılarından “Fjordian Blue” geliyor. Eğer bu albümü yakın arkadaşlar ile yenen bir yemek olarak görürsek, bu şarkı muhtemelen o masada atılan en büyük iki kahkahadan birisi olurdu. Sonrasında gelen “The Drought” albümün ikinci karanlık noktası olarak tekrar bizi aşağıya çekerken albüm ile şu ana kadar geçirmiş olduğumuz yaklaşık 25 dakika artık The Steams’in müziğini kafamızda oturtmaya başlıyor. Şarkının son iki dakikası boyunca agresifleşerek kafamıza kafamıza vuran depresif ve mistik hava, “Ephemeral Joy” ile yerini neşe dolu bir teşekkür ile minnete bırakıyor; fakat bu mutluluk da uzun sürmüyor, zira 3 dakika kadar sonra gelen “Perfect Storms From Afar”, yaşayan son Yunan halk müziği efsanelerinden 80 yaşındaki Girit’li Psarantonis’in lyra’sı eşliğinde bizi üçüncü defa aşağı çekiyor. “Perfect Storms From Afar” öylesine sert ve kuru bir zemine düşürüyor ki bizi, sanki çöl! Neyse ki ardından gelen ve adını grubun eski elemanlarından Johnny Labelle’in soyadından alan “The Beautiful (La Belle)” bir vaha gibi karşılıyor bizi. Şarkı doğaçlama bir stüdyo çalışması gibi tınlayabilir. Çünkü öyle! Orijinal adı da “Moon Jam” aslında. Bu şarkı, bizi albümün sonuna da hazırlıyor ve peşinden kapanış şarkısı “Black Sand” geliyor. Albümün geneline yayılmış olan ve kendini sürekli tekrar eden ritimler ve riff’ler bu şarkıyla en üst seviyesine çıkıyor. Panos şarkının sözlerine girene kadar her adımda yükseldikçe yükseliyor. Bu noktada artık grubun uzun uzun seyredilen bir manzaranın akla kazınması gibi aynı ritmi ve melodiyi uzun uzun, tekrar ede ede çalması; hemen sonrasında ise manzarada beliren kalp şeklinde bir bulut ya da gökkuşağını andıran bir eklemeyle daha mükemmel hale getirmesi bize bütün albümün aslında aynı yapı üzerine inşa edildiğini apaçık gösterir. Sadece albüm değil, her şarkı, ayrı birer manzara gibi, dinledikçe güzelleşmektedir. “Black Sand” albümün dördüncü karanlık noktası ve sonudur. Belki grup için de ikinci ve muhtemelen 2020’de gelecek çıkacak albümleri için bir başlangıç noktasıdır; nitekim konserlerinde bu şarkıyı -biraz da Gustav’ın davuldaki enerjisine sebep – giriş şarkısı olarak çalıyorlar.
The Steams 2016 yılında “Feed/Green Fire” ile çıktıkları yolda, 2018 yılında çıkardıkları Wild Ferment albümüyle hızlı bir şekilde ilerleyerek kişisel düşünceme göre yeni dönem Yunan gruplar arasında önemli bir noktaya geldiler. Alex Bolpasis’in stüdyodaki yaratıcılığı, Gustav Penka’nın enerjik ve dinamik davul ritmleri, Andrew Kokovikas’ın kabına sığmayan gitar performansı ve Panos Dimitropoulos’un şairane masalları; Psarantonis gibi bir Yunan müzik efsanesi başta olmak üzere farkı yerel müzisyen ve enstrümanlarla birleşerek ortaya yıllar sonra bile tekrar tekrar dinlenecek, geleneksel saykedelik müziğin sınırları dışında bir ritüel çıkarıyor.
NOT: The Harvest’ın sonunda bir korna sesi duyulur ve sonrasında ezan sesi girer. Bu sesler 2018 yılı Nisan ayında Istanbul’da Panos tarafından kaydedilmiş ve Alex ile birlikte mixing aşamasında albüme ekledikleri son detay olmuştur.