“Üstesinden geleceğiz, birgün!” | Onur Bayrakçeken

Mahalia Jackson kürsüde konuşmaya hazırlanan Doktor Martin Luther King Jr.’a “Onlara düşümüzden bahset, Martin!” diye seslenirken, kalabalığın arasında Mary, kızının iki yandan örülü saçını okşuyordu. 1963 yılının 28 Ağustos günüydü ve handiyse iki yüz bin siyah ve beyaz Amerikalı, başkentte, meşhur Washington Anıtı’nın önünde toplanmştı. Antiparantez: Bunlar hem siyah hem beyaz olan siyah ve beyazlardı. Bir de sadece siyah olan siyahlar ve sadece beyaz olan beyazlar vardı bu yıllarda. Sadece siyah olan siyahlara kızmaya hakkımız yoktur. Çünkü onları sadece siyah kılan da bu sadece beyaz olan beyazlar olmuştur: Jim Crow, KKK, Arkansas Valisi Faubus (ki bu şahsın, insanlığa, Charles Mingus’un “Fables of Faubus” şarkısına ilham kaynağı (!) olması gibi bir hizmeti vardır), Alabama Valisi George Wallace, Jim Clark… ve bunları izleyen bembeyazlar, Mary ve kızı için bir kâbusu ifade ediyorlardı. Şimdi Washington Anıtı’nın önünde toplanmış siyah ve beyazlarıın; yani Mahalia Jackson, Dr. Martin Luther King Jr., Bob Dylan, Joan Baez, bizim Mary ile kızı, bizim Mary’nin komşusu, komşusunun babası ve daha binlerce komşunun kâbusa karşı silahları ise bir ufacık düştü: Özgürlük ve eşitlik. 

Mahalia seslendi: “Onlara düşümüzden bahset Martin!”

Mary, oturmaları yasak olduğu halde birinat oturdukları o lokantadan sevgili kocasını zorla kaldırıp döve döve haşat eden polisleri hatırlayıp irkilerken Doktor, en sevdiği gospel şarkıcısının isteğini kıramıyordu. Önceden hazırlanmış konuşma metnini eliyle şöyle hafifçe kenara itip kapkara inatçı gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirdi. Mary bir an için göz göze geldiklerini sandı, derlenip toparlandı. Sonra birkaç saniyelik sessizlik, Doktor’un binyıl uzunluğundaki o meşhur cümlesiyle bölündü: “Benim bir düşüm var!”

Böylece ray değiştiren konuşma, dünya ezilenlerinin eşitlik ve özgürlük mücadelesine bir vagon daha ekliyordu… Ama şimdi burada duralım, çünkü bahsetmek istediğim konu ne Martin Luther King Jr.’dır, ne de Washington Yürüyüşü. Zaten onları büyük usta Salah Birsel Şişedeki Zenci kitabında şahane şekilde yazmıştır.  Bu yazı için bize Mary’nin artık sayısız insanla paylaştığı bir düşü olduğunu bilmek yeterli. Her düşün de bir şarkısı olacağına göre, Salah Birsel ustamızın bıraktığı bir boşluğu doldurmaya geçebiliriz…

Muhammad Ali, “Rubin Carter’a Özgürlük” yürüyüşünde. (1975)

Martin, Rubin Carter’ı tüm ümitsizliğini ve boşvermişliğini yenip o mürekkeple “Özgürlük!” yazmaya ikna edince Doktor’un ruhu kim bilir nasıl sevinmiştir

Mary ile Fethiye’de tanışmıştık. Sabahın sessiz saatleriydi; havlusunu kuma, bir şezlongun gölgesine sermiş kitap okuyordu. Kitap okuyan yabancılar (başka ulustan insanlar için bu sözcüğü kullanmayı hiç sevmem ama yerine bir sözcük de bulamadım, şimdilik “yabancı” demeye devam edeceğim mecburen), daha doğrusu onların okuduğu kitaplar hep ilgimi çekmiştir. Çünkü ‘yabancı’ kitaplar sizi bir anda bambaşka bir dünyanın içine fırlatabilir, dünyayı değiştirmese bile dünyada bir şeyleri değiştirebilir! Haksız yere hapse atılan siyah boksör Rubin Carter’ın, yirmi iki yıldan sonra hücresinden yeniden dünyaya avara edişini, biraz da hapiste yazdığı otobiyografiye borçlu olduğunu düşünürsek, önermemizin sağlamasını da yapmış oluruz. O otobiyografi ki ufacık bir çocuğun, Lesra Martin’in eline geçmiş ve beyazlığıyla meşhur Amerikan yargısının üstüne mürekkep damlatmıştır! Martin, Rubin Carter’ı tüm ümitsizliğini ve boşvermişliğini yenip o mürekkeple “Özgürlük!” yazmaya ikna edince Doktor’un ruhu kim bilir nasıl sevinmiştir… Bu da başka bir yazının konusu olduğundan, burada kesiyor ve Mary’e dönüyorum.

Mary, bir gospel kitabı okuyordu. Şimdi adını tam çıkartamıyorum ama “Yüz Önemli Gospel” ya da “Yüz Gospel” gibi bir şeydi. Dinlerle alakam Galatasaray ile Fenerbahçe’nin alakasından farksız da olsa gospel müziğine karşı sevgim sonsuzdur – nitekim Alex de iyi topçudur. Bu hristiyan ilahileri kiliselerde org veya piyano eşliğinde söylenir. Gospellerin üzerine zamanla yeni sözler yazıldığı da olur. Bu yeni sözler ki, kimi zaman tarihin tanığıdır… Mary’nin yanına yaklaşıp “Affedersiniz,” dememle başlayan sohbetimiz de işte bu tanıklıklardan birine uzanıyor. Neyse ki sizin için bütün bir günümü Mary ile benim aylardır havada kendi başına, öylece dolaşan cümlelerimizi yakalamakla geçirdim; dışarıdan bakanlara oradan oraya zıplayarak boşluğu yakalamaya çalışan çok komik biri olarak göründüğüme eminim, halbuki bu metnin içinden bakan sizler hiç de öyle görmeyeceksiniz beni. Çünkü biliyorsunuz ki o dünyada değil ama bu dünyada her şey mümkündür, havada eski sohbetlerin uçuşması bile!

“Affedersiniz,” dedim, başını okuduğu kitaptan kaldırıp merakla bana baktı, “Okuduğunuz kitabı gördüm de, ilgimi çekti.” 

Gözleri teninden karaydı, sımsıkı toplanmış saçlarına çiçekli bir bandana bağlamıştı, üzerinde mavi puantiyeli bir elbise vardı. Öyle sakin duruyordu ki elindeki gospel kitabını da hesaba katınca “Rahibe falan mısınız?” diye sormamam imkansızdı. Gülümsedi, sanki bir Hollywood filminde Afrikalı çocuklara el atmış misyonerdi ama “Hayır,” dedi. Şaşırmış, hem de açıkçası sevinmiştim, çünkü pek inançlı biri olmadığımı öğrendiğinde paparayı yemekten korkuyordum. 

Ona gospel müziğini pek sevdiğimi söyledim, sordum ki acaba o kitapta “We Shall Overcome” da var mıydı, “Onun yeri ayrıdır da!” 

Bir kaşını şaşkınlık kuşu bir kaşını mutluluk kuşu tuttular kaldırdılar. Şimdi ihtiyarla özgü o anlatma heyecanı yüzünden okunuyordu işte. “O,” dedi, “bir tarihtir oğlum!” ve dipsiz gözlerini işaret ederek ekledi: “Bu gözler ne gördüyse, o da onları görmüştür. Onu kitaplarda değil, onu gözlerde bulabilirsin.” 

28 Ağustos 1963, Washington Yürüyüşü.

Joan Baez herkesin kalbine derin bir düş bırakacak parçayı tutturuyor, o ki koca Civil Rights Movement’ın marşı ve kitaplara sığmaması işte o gün başlıyor… ‘We Shall Overcome’ diyor, ‘Üstesinden geliriz!..’ 

Eğildim yakından bakayım diye gözlerine, eğildim, “Yaklaş,” dedi yaklaştım, “Yaklaş,” dedi yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım… Sağımda genç bir beyaz oğlan, genç bir siyah kızın koluna girmişti. Baktım soluma bir genç kadın, kucağında bebesi: İşte, ben Mary’i ilk orada gördüm. Kürsüden Joan Baez’i anons ediyorlardı ve alkış kıyamet koptu; “28 Ağustos 1963,” dedi Mary, “Washington’dayız.” Baez daha delikanlı, yaşı yirmi iki falan, delikanlı da nasıl: Sesinde dünyanın bütün yıllarını toplamış, önce “Oh Freedom!” diyor, Amerikanca “Ey Özgürlük!” demek. Alkış kıyamet. Sonra herkesin kalbine derin bir düş bırakacak parçayı tutturuyor, o ki koca Civil Rights Movement’ın marşı ve kitaplara sığmaması işte o gün başlıyor… “We Shall Overcome” diyor, “Üstesinden geliriz!..” 

Geliriz gelmesine ama üstesinden gelmek öyle kolay değil. Bunu bizden iyi kim anlar! Sonuçta, 1965 yılında, resmen hakları olan oy pusulalarını fiilen de istedikleri için Selma kentini dev bir yürüyüşün söylentileriyle çalkala baba çalkalayan siyahların başına inen copları tanımıyor muyuz! Bir pazar sabahı, en ufak şiddet gösterisinde bulunmadan yürüyen insanların gözlerini akıtıp, ciğerlerini boğan gaz bombalarnı tanımıyor muyuz! Kanlı Pazar diyorlar o güne, bak şimdi gözlerimin önünde ihtiyar nasıl da sürükleniyor yerlerde, 7 Mart 1965, kanlı pazarları tanımıyor muyuz! İnadım inat deyip üçüncü denemelerinde eyalet başkenti Montgomery’nin yollarını açtırtan, bir de üstüne artık daha kalabalık hem biraz da beyaz olan ve eyalet valisini de ırkçı beyazları da mosmor eden o yiğit siyahlara, kendimize ne kadar âşinaysak o kadar âşina değil miyiz! Bundan ki, 1965 yılının Mart ayı boyunca Selma ve Montgomery kentleri başta olmak üzere tüm Alabama eyaleti “We Shall Overcome” türküsüyle titrer titrer dururken, biz bu türkü başka ne badireler atlatmış ya da ne badirelere sessiz ya da sesli yoldaşlık etmiştir merak etmezsek olmaz.  

Sağ olsun, Mary merakımıza el atıyor. Zamanda yolculuğun sadece filmlerde mümkün olduğunu sandığınızı biliyorum ama hayır, gerçek yaşamda da oluyor işte. Yine gözlerine bakıyorum Mary’nin, sanırsınız girdap, bak bak bak, bak… 

Martin Luther King Jr.’ın ölümünün ardından çıkan ayaklanmalardan bir kare.

Bugün, 4 Nisan 1968. Hava karanlık; sokak başlarını ateş ve gözyaşı tutuyor. Radyocu, belki hayatının en zor yayınını şöyle bitiriyor: ‘We shall overcome’ 

Şimdi besbelli bir bahar gecesi; erkekler kısa kollu gömleklerle, kadınlar kolsuz tişörtlerle koşturup duruyor ve her yer kara: Sağımda arabalar ateş almış cayır cayır yanıyor, solumda bir dükkanın camları kırılıyor. Kent aman Allah, yüzyılın taşkınlığını yaşıyor. Şaşkın şaşkın Mary’e bakıyorum, o da bana bakıyor ama şaşkın değil, “Olacağı buydu,” diyor. 

Olacağı buydu da, biri de anlatsın ne oldu yahu! Neyse ki Mary yanında bir radyo da getirmiş, bi’ on-on beş yıl sonra hiphopçı gençlerin omuzlarında taşıyarak sokaklarda dolaşacakları o büyük radyolardan biri. Yorulmamış mı kolları bunu taşırken, diye sorabilirsiniz, ama konumuz bu değil. Radyonun sesini açtıkça açıyor Mary, bana bi’ baş işareti, dikkatli dinlememi istiyor. Kulak kesiliyorum, sigara çatalı bir ses konuşuyor:  “Kardeşlerim, Doktor Martin Luther King Jr., bugün bir otelin balkonunda uğradığı silahlı saldırı sonucunda öldürüldü.” 

Bu kadar. Bugün, 4 Nisan 1968. Hava karanlık; sokak başlarını ateş ve gözyaşı tutuyor. Radyocu, belki hayatının en zor yayınını şöyle bitiriyor: “We shall overcome,” ama böyle sizin okuduğunuz gibi değil; her kelimenin üstünde yıllarca durarak, tane tane diyor: “We – shall – overcome”, ve ardından Otis Redding’in içli türküsü “A Change is Gonna Come” (“Döner Devran”, diyelim) geliyor. “We Shall Overcome”ın kan kardeşidir ama biraz daha hüzünlü ve yalnız… Ondan ki eylemlerde değil, bir dostun yitirildiği gecelerde dinlenir. 

Mary, radyocunun çok esaslı adam olduğunu söylüyor. Adı Petey Greene. Doktor’la üç ortak yönleri var: İkisi de siyah, ikisi de konuştu mu sıkı konuşuyor ve ikisi de hapis yatmış. Fark şu: Petey konuştuklarını hırsızlık suçuyla girdiği hapisten, Doktor ise düzenlediği protestolardan dolayı zırt pırt girip çıktığı hapisten çıkarıyordu. Petey, hapishanede başladığı DJ’lik işini Washington’da yayın yapan WOL radyosunda sürdürmeye başladığında şehirdeki tüm siyahlar için bir dert ortağı olmuştu. Şaşırmayalım: Petey ile hapis görmemiş yoksul bir siyah (ki yoksul olmayan siyah pek yoktu) arasındaki tek fark, Petey’nin biraz daha şanssız ya da belki biraz daha yanlış? olmasıydı. O, Doktor’un bir anti-kahraman yansıması gibi WOL mikrofonunun başına geçip P-Town’ı ilan ettiğinde, tüm siyahlar için bir “We Shall Overcome” temsili olmuştu. Onun “P-Town” diye adlandırdığı o bir-iki saatlik sohbeti, siyahlar için bir halk meclisine dönmüştü; sokakta yaptıkları muhabbeti artık ulusal bir radyo kanalında yapabiliyorlardı. P-Town, onların kentiydi.

Burada duralım, çünkü bu yazıda derdimiz Petey Greene’in öyküsünü anlatmak da değil. Üstelik şimdi 1968 yılındayız ve Petey Greene’in yıkımıyla kol kola büyüyen kariyerinin henüz başındayız. İzninizle, Mary’den bizi 1970’e götürmesini rica ediyorum. Bakalım orada neler var!

Charlie_Haden

Charlie Haden’ın ‘We Shall Overcome’ı albümdeki diğer tüm şarkılar gibi sözsüz. Herhalde, diye düşünüyorum, birazdan şu kapının önünden bir grup siyah delikanlı ellerinde pankartlarla yürürken, şarkı onların sesine müzik olacaktır

İşte buradayız. Tam da istediğim yerde: Bilmemne Record Store. Burası, Birleşik Devletler’in Atlanta kentinde bir plakçı. Ufak ama tüm iyi albümleri bulabileceğiniz bir dükkan. Camında hep “Plak cenneti, buyurun!” yazısı asılan duran bu dükkan, sizin bu yazıyı okuduğunuz ve benim de ait olduğum zamanda çoktan kapanmış olmalı. Zaten şuna bakın; belli ki sinek avlıyor, adam kasada oturmuş uyukluyor. Mary’nin öksürüğüne anca uyandı. 

“Buyrun,” diyor, gözlerindeki çapakları silerken. “Charlie Haden,” diyorum, “‘Liberation Music Orchestra’ albümü çıkmış olmalı…” 

Yerde, bir kutuda, yeni geldiği belli bir yığın plağın arasında çekip çıkarıyor. Kapağında Charlie Haden ve grubu, bir eylem öncesi poz veriyor gibi, Liberation Music Orchestra yazılı pankartı tutmuş duruyorlar. Tabii, albümün kendisi adeta eylem olduğundan, bu şaşırtıcı değil. Şu şarkılara bakın, sanki 1 Mayıs’a gidiyoruz: “Viva La Quince Brigada”, İspanya İç Savaşı’nın meşhur Uluslararası Tugaylar türküsü; “Song For Ché”, açıklamaya gerek yok; “Song of The United Front”, ya da asıl adıyla “Das Einheitsfront”, evet, Brecht’in şiiri Eisler’in bestesi… eh, Birleşik Devletler’deyiz ve siyahların başında hâlâ bela dumanları gezindiğine göre, bu eylem gibi albümün “We Shall Overcome” ile kapanması da şaşırtıcı değil! 

Charlie Haden’ın, caz müziğin bu büyük kontrbasçısının “We Shall Overcome”ı, albümdeki diğer tüm şarkılar gibi sözsüz. Herhalde, diye düşünüyorum, birazdan şu kapının önünden bir grup siyah delikanlı ellerinde pankartlarla yürürken, şarkı onların sesine müzik olacaktır. Bakın, geliyorlar… “Şu plağı,” diyorum plakçıya, “takalım da bi’ dinleyelim”

ve bizim delikanlıların vokaline kulak kesiliyorum: “Çok yaşa Ali! Kahrolsun savaş, yaşasın barış! Ali’ye adalet! Adalet istiyoruz!” 

Ah, söylemeyi unuttum, aylardan Ocak. Buradan sonraki durağımız için Mary’i çok yormayacağım. Biraz şaşırmış da görünüyor, sanırım beni Doktor’un ölümünden sonra eve götürmeyi planlıyordu, bu yüzden çok da fazla yüklenmek istemedim kendisine. Hadi öyleyse, 1970’in takvim sayfalarını hızlı hızlı çeviriyoruz… 

Muhammad Ali, Chicago Üniversitesi’ndeki savaş karşıtı bir etkinlikte konuşuyor. (1967)

‘Vietkonglular bana hiç zenci demedi; benim düşmanım onlar değil, sizlersiniz!’

Son durağımıza bir iki üç… on sayfa gidiyoruz: 1970 yılının 26 Ekim’i. Salona yürürken, Mary’nin göğsünün hızlı hızlı inip kalktığnı fark ediyorum; şakayla karışık “Sen dövüşmeyeceksin, biraz rahatla,” diyorum. “Olmaz,” diyor Mary, “Ali bizim için dövüşür, biz de onun için heyecanlanırız.”

Duvarlar boyu afişler: Jerry Quarry vs. Muhammad Ali. Salona girerken herkesten aynı soruyu duyuyoruz: Ringsiz geçen üç sene, Muhammed Ali’den neler götürdü? “O, ‘Vietkonglular bana hiç zenci demedi; benim düşmanım onlar değil, sizlersiniz!’ diyerek Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddederken, hepimizin içinden geçenleri söylüyordu,” diyor Mary, “Boks lisansı iptal edilip hapis cezasıyla karşı karşıya kaldığında sadece Muhammed Ali’ye değil, artık köle olmak istemeyen tüm siyahlara saldırdılar.” 

Savaşa gitmeyi reddeden Muhammed Ali’den şampiyonlukları ve boks lisansı alındığında yıl 1967’di. O zaman 25 yaşında, kariyerinin zirvesinde bir boksördü Ali. Zaten onu başta siyahlar olmak üzere tüm ezilen halkların kalbinde bir kahramana dönüştüren, maçı oldu mu Türkiye’den Güney Afrika’ya dünyanın her yerinde insanları sabahın köründe ya da gecenin bir yarısında radyoya kitleyen, hakkında onlarca farklı dilde şarkılar yapılmasını sağlayan şey büyük bir boksör olması değil, en iyi zamanında bokstan uzaklaşacağını bile bile koca Birleşik Devletler’e rest çekmesiydi. Ondan ki bu serin sonbahar akşamında Mary’nin kalbinde yangınlar var. Herkes diyor ki, “Ali eskisi gibi olamaz,”; Mary istiyor ki, Ali dünyaya Birleşik Devletler’in bile üstesinden gelinebileceğini göstersin. 

O tıklım tıklım salonda midemizde kelebekler uçuşması, gongun çalmasıyla beraber ringdeki kelebeğin biraz yavaşlamış olduğunu endişeyle fark etmemiz ve üçüncü raund sonunda endişelerimizin Jerry Quarry’nin sol gözüyle beraber Muhammed Ali tarafından imha edilmesi… Hepsi göz açıp kapayıncaya kadar olup bitiyor. İşte Ali’nin yumruğu üç seneden sonra yine havada. Bu yumruk, 1974 yılında Zaire’ye uzanacak, “Rumble in The Jungle” adıyla meşhur o dev karşılaşmaya… Ali, kendinden yıllarca genç, bir ayı kadar güçlü George Foreman’ı müthiş bir stratejiyle (rope-a-dope derler) devirirken, Zaire’den tüm Afrika’ya ve dünyaya o tezahürat yayılacak: “Ali boma ye!”, “Öldür onu Ali!” 

Size bu müthiş dövüşü de anlatmayı aslında çok isterdim; öncesiyle sonrasıyla bir çeşit satranç karşılaşması, bir büyük serüven romanıdır! Ama şimdi bizim öykümüzde pek işi yok, zaten Mary de hepten yoruldu. “Affetsinler,” diyor, günümüze dönüyormuşuz,

Dönelim. 

George_Floyd

Fotoğraf: Stephen Maturen

İsyan karası bir yangın Minneapolis’ten Birleşik Devletler’in dört bir yanına yayılırken, çatırdayan alevlerin arasından bir kez daha ‘We Shall Overcome’ türküsü duyuluyor

Mary’nin yanından ayrılırken, üstesinden gelecek ne çok şey var ki her on yıla bir “We Shall Overcome” söylemeyi başarıyoruz, diye düşünmüştüm. Bir ara Roger Waters da Filistin için söylemiş, sözlerini de biraz değiştirmişti: “Yıkacağız mahpus duvarlarınızı!” diyordu. Birkaç yıl önce de çello sanatçısı Alexander Rohatyn ile bir kez daha yorumladı. Sonra, bir Occupy Wall Street eylemi gecesi vardı ki büyük usta Pete Seeger oradaydı; ihtiyar sesine eşlik eden eylemcilerle birlikte “We Shall Overcome” söylemişti… 

Burada bir antiparantez: Peter Seeger olmasa belki “We Shall Overcome” hiç bunca bilinmeyecekti. Seeger, etkinlikten etkinlikten koşturup aktivistlere “We Shall Overcome”u söyleyip, öğretiyordu. Temmuz 1963’te düzenlenen Newport Folk Festivali’nde, Washington Yürüyüşü’ne bir ay kala son “We Shall Overcome” provasını Pete Seeger, Joan Baez, Bob Dylan ve siyah aktivistlerden oluşan Freedom Singers (Hürriyet Şarkıcıları) grubu birlikte yapıyordu. Pete Seeger’ın ölmeden bir saniye öncesine dek hep delikanlı kalan sesi, araya “Siyahlar ve beyazlar, hep birlikte, haydi!” dizesini de sıkıştırıyordu. “We Shall Overcome” onun çabalarıyla dilden dile yayılırken, o da 1963 yılında çıkardığı We Shall Overcome albümüyle Grammy alacaktı. 

Kapa parantez… Bununla biter mi! Bitmez tabii: 2014 yılının Ağustos ayında Beyaz polis eski günleri hatırlarcasına siyah bir genci katledince Ferguson kenti birden ayağa fırlamış, üstünde oturduğu, tek bacağı sallanan o adalet taburesi devrilirken şöyle bir ses çıkmıştı: “We shall overcome, we shall overcome one day…”; Üstesinden geleceğiz, geleceğiz birgün”. 

Şimdi ise o gün devrilen adalet taburesi alevler içinde. Herkesin gözü önünde yine Beyaz polis tarafından boğularak öldürülen George Floyd’un son sözleri, “Nefes alamıyorum!” haykırışı, herkesin dilinde… İsyan karası bir yangın Minneapolis’ten Birleşik Devletler’in dört bir yanına yayılırken, çatırdayan alevlerin arasından bir kez daha “We Shall Overcome” türküsü duyuluyor. 

Ne zaman üstesinden geleceğiz, bilinmez.. Bilinen şu ki; kalabalık Ağustos’lardan sıcak Haziran’lara, dev meydanlardan heyecanlı ringlere kadar ne zaman nerede bir özgürlük ve eşitlik curcunası patlasa, orada bütün yenilgilerden büyük ümitler doğacaktır, doğmuştur… ve siz de, Pete Seeger’ı, Joan Baez’i, Freedom Singers’ı görmezseniz bile, bir Haziran akşamı ağaçların ve barikatların arasında o türküyü mutlaka duymuşsunuzdur: “Korkmuyoruz, korkmuyoruz bugün! Üstesinden geleceğiz, geleceğiz birgün!” 

ya da Amerikancası: “We’re not afraid, we’re not afraid today! We shall overcome, we shall overcome one day!” 

 

Bu yazının ilk hali 13 Mayıs 2017’de Aykırı Akademi sitesinde yayınlanmıştır.