Can Bonomo’yla “Kâinat Sustu” Üzerine

O gün evden çıkarken annem kiminle röportaj yapacağımı sordu. Cevap olarak Can Bonomo adını duyunca, “Aa, selam söyle,” dedi, “çok samimi çocuk!”

Samimiyet, Can Bonomo’nun sadece kendisini değil, müziğini de tarif etmek için kullanabileceğimiz bir sözcük. İlk albümü Meczup (2011)’u dinlediğimde, “Bir korsan gemisinde DJ olsam bu albümden birkaç parçayı çalardım!” diye düşünmüştüm. Halbuki ne denizle ilgisi vardı şarkıların ne de korsanlıkla… Ama o şarkıların hepsinde, Kraliçe’nin sıkıcı donanmasına nanik çekercesine eğlenen korsanların samimiyeti vardı. Hem müziklerinde, hem sözlerinde ki bilirsiniz, Can Bonomo söz yazmaktan anlar. Belki bilmezsiniz, iki de şiir kitabı var.

İlk albümün ardından altı yıl geçmiş. Bu altı yıla Can Bonomo üç albüm daha sığdırdı, bu albümlerin sonuncusu ise geçtiğimiz Mart ayı başında çıkan Kâinat Sustu (2017). Sound olarak daha ağırbaşlı olsa da ilk albümden beri hiç kaybolmayan o samimiyet sürüyor; yani Kraliçe’nin sıkıcı donanmasına nanik çekmeye devam!

O gün evden çıkarken keyifli bir röportaja gittiğimden emindim. Nitekim, keyifli bir röportaj oldu sanıyorum. Can Bonomo’yla İstanbul’u, son albümü Kâinat Sustu‘yu, müziğini ve müzik âlemimizi konuştuk…

Biz keyifle muhabbet ettik, dilerim siz de keyifle okursunuz!

Not: Can Bonomo nerede ne zaman konser veriyor, takip edeyim derseniz buradan buyurun!

Kentlerle başlayalım mı? İzmir doğumlusun, sonra İstanbul’a geliyorsun. Epey bir süredir de İstanbul’dasın sanıyorum. Yani hem İzmirli hem İstanbullu sayabiliriz seni. İki kent de Türkiye’nin en kozmopolit kentlerinden, en azından öylelerdi. Bunun müziğine ya da şiirine nasıl bir etkisi oldu?

Evet, 12 yıldır İstanbul’dayım. İzmir’de çocuk olmak çok avantajlı bir şeydi benim için, çünkü dikkat dağınıklığım var. İstanbul’da olsam yapmak istediğim şeylere odaklanamazdım herhalde, çok kalabalık ve karman çorman bir şehir İstanbul ama İstanbul’da yaşamak yaptığım iş için olmazsa olmaz bir şey. Çünkü yapmaya çalıştığım her şeyin kalbi burada atıyor. İzmir’de büyümüş olduğum için de çok mutluyum. Bunun dışında, bu iki kent kültürel olarak çok zenginler, dediğin gibi. Bu zenginlikten beslenmemek imkânsız. Bu zenginlik beni ben büyürken de besledi, bugün de besliyor.

Bulunmam Gerek (2014)’ten itibaren soundunda ufak da olsa bir değişiklik seziliyor. İlk iki albümünde daha masalsı, bazen çocuksu bir sound vardı; son iki albümde, ama özellikle Kâinat Sustu‘da daha ağırbaşlı bir sound duyuyoruz. Yaşlılık mı yoksa değişiklik mi arıyorsun?

Yaşlı mı, daha 30’uma giriyorum! (Gülüyor) Şaka bir yana, müzik durmadan değişmek zorunda. Meczup (2011) albümünde daha toy bir sound vardı çünkü ben 23 yaşındayım. Artık kendimi daha iyi ifade edebildiğimi hissediyorum. Anlatılar da gittikçe büyüyor; müzik büyüyor, müziği öğreniyoruz… Ne yapmak istediğimizi daha iyi biliyoruz. Eskisinden daha sivri ve olgun sanırım artık yaptığımız işler. Ama ne zaman sorsan bunu söyleyeceğim, üç sene sonra da böyle diyeceğim. Çünkü yaptığım bir önceki işin üstüne hep bir şeyler koymaya çalışıyorum, koymuyorsam zaten yapmanın âlemi yok.

İstanbul’dan da bahsettik ya demin, çok kozmopolit ve eklektik bir şehir… Birçok kültürü, sesi, rengi barındırıyor İstanbul. Burada müzik yaptığınız zaman çok çeşitli şeylerden etkileniyorsunuz. Zaten biz de yaptığımız müziğe “İstanbul müziği” diyoruz. Çağın ruhundan da etkileniyoruz. Şehir de etkileniyor çünkü. İşte, İstiklâl Caddesi’ne kafanı şöyle bir sokup çıkardığın zaman İstanbul’un nasıl bir beş sene yaşadığını ya da yaşayacağını tahayyül edebiliyorsun.

Ben artık kafamı sokup çıkarmıyorum mesela.

İşte, eskiden sen vardın orada; artık yoksun. Şehrin, sokağın çehresi değişiyor ve ülkenin ruhunu, “zeitgeist”ını etkileyen bir şey sokak. Bizim yaptığımız müzik de sokağın müziği aşağı yukarı; sokaktan besleniyor. Bu bahsettiğin müzikal değişimi en çok İstanbul’un değişimine borçluyuz dolayısıyla. İstanbul nereye gidiyorsa biz de oraya gidiyoruz.

Kâinat Sustu, Bulunmam Gerek‘ten üç yıl sonra çıktı. Bu üç yılda sende neler biriktirdi şehir, yani bu albümün ruhunu nasıl ifade edersin?

Çok arka sokak bir albüm oldu bu. Bence en iyi bu tabir ifade ediyor albümün ruhunu. Arşivlik de bir iş oldu; bugün az mı dinlenir çok mu dinlenir bilmiyorum ama ileride bir gün, “2010’lu yıllarda Türkiye’de alternatif müzik olarak ne tür işler çıkıyordu ortaya?” diye sorulursa Kâinat Sustu makbul bir cevap olabilir.

Albüm müzikal olarak da sağlam oldu, çünkü çok iyi müzisyenlerle çalıştık. Bu, tek başıma yaptığım bir iş değil sonuçta. Hep birlikte bir şeyleri biriktiriyoruz. Mesele, bu biriktirdiklerimizi uyumlu ve başarılı bir şekilde ortaya koyabilmekte.

Ekibini biraz daha konuşalım mı? Önemli isimlerle çalışıyorsun. Bu albümde Tunç Çakır hemen dikkatimi çekti mesela, bir Gevende-sever olduğumdan… Ayrıca ilk albümden beri hep Can Saban ismi seninle.

Can Saban ilk albümden beri benimle, evet. Müzikal direktörlüğünü yapıyor albümün. Aynı zamanda Ali Rıza Şahenk var, The Fat Lab Stüdyosu’nun da kurucusu, o da ilk albümden beri bizimle. Ekip pek değişmedi aslında, birileri ekleniyor sadece. Bu albümde dediğin gibi Tunç Çakır var, çok iyi bir müzisyen. Gevende’de yer alıyordu, başka harika projelerde de bulundu. Sonra, Özge Fışkın vokal koçluğunu ve geri vokallerini yaptı albümün. Onunla çalışmak da harikaydı. Yine başından beri olduğu gibi gitarda Emre Kula, davulda Alper Lu, sazda Kemal Arslan ve üçüncü albüm sırasında aramıza eklenen Orhan Deniz hep birbirinden kıymetli müzisyenler. İyi ki varlar. İyi bir ekip olduk yani mutluyum hayatımdan. (Gülüyor)

Stüdyodaki iletişiminiz nasıl peki? Kimisinin stüdyosu bol kavgalıdır, kavga gürültüyle karar verirler her şeye… Kimisi tam tersi, çok sakindir. Sizinki nasıl?

Biz kavga etmeyiz. Ama birbirimizi ikna etmeye çalışırken çok gülünç durumlara sokabiliyoruz kendimizi. (Gülüyor) Kavga dövüş hiç olmuyor ama tartışma çok oluyor. Zaten tartışma olmazsa, çatışma olmazsa bir şey üretmek çok mümkün değil. Çatışma her zaman kötü bir şey değildir, ilerlemeyi sağlar. Çatışmanın olmadığı yerde ilerleme olmaz. Bir de kalabalık bir iş aslında müzik… Ben söz ve müziği yazıyorum ama bunu koordine eden bir adam var, bir de onun koordine ettiği nereden baksan 30 adam daha var!

Konuk da var albümde. Ceza sana bir şarkıda eşlik ediyor. Çok da yakışmış bence.

Teşekkürler, bizim de içimize sindi. 10 şarkı var albümde, 8 tanesinin söz ve müziği benim. Bir tanesi Fikret Kızılok’un, Ahmed Arif’in 33 Kurşun şiirinden bestesi, “Vurulmuşum”; diğeri de Ceza’yla yaptığımız “Terslik Var” şarkısı.

Şarkının sözlerinin tamamı mı Ceza’ya ait yoksa sırf kendi partisyonu mu?

Kendi partisyonunun sözleri ona ait. Müzik de Ceza’nın. Şarkıda bizimle birlikte KES çalıyor.

Ceza’yla şarkı yapma fikri nasıl doğdu peki?

Ben büyük hayranıyım Ceza’nın, çok seviyorum onu, arkadaşım da… Uzun zamandır birlikte bir iş yapmak istiyorduk zaten. Bir de rap müzikle alternatif müzik arasında bir köprü kurmak, gelen yeni neslin kaynaşmasını sağlamak çok istediğimiz bir şeydi.

Bir de sokağın müziğini yapmaya çalıştığını söylüyorsun, rap de oradan beslenen bir müzik.

Aynen öyle. Rap ve alternatif müzik iki ayrı uçta duruyorlar ama aslında her ikisi de ana akımın dışında kalan müzikler. Alakaları yok gibi gözükse de bir ağacın iki ayrı dalılar. Ceza da rap müziğin en önemli isimlerinden biri Türkiye’de. Bu yüzden onunla çalışmak benim için çok güzeldi.

Rap müzik, söze dayanan bir müzik türü. Senin müziğin de aslında en başından itibaren sözü çok ön plana koyan bir müzik, zaten şiirle de içli dışlısın. İki kitabın var. Söz ve müzik ilişkisini nasıl görüyorsun?

Kendimi “lirik yazarı” olarak addediyorum. Evet, hepimiz müzisyeniz ama benim en çok üstüne titrediğim şey herhalde sözler oluyor. Bu, müziğin üstüne düşmüyorum anlamına gelmiyor tabii ki, ikisi birbirini beslemek zorunda. Rap’te bile bu böyle. Dediğin gibi, daha çok söze dayalı bir müzik türü rap ama bak mesela Ceza’nın şarkılarına, cayır cayır bir müzik de var. Başka türlüsü mümkün değil ki… Çok iyi sözler, vasat müzikle kendini dinletemez. Zaten siz de müzisyen olarak böyle bir iş çıkarmak istemezsiniz.

Az önce söyledin, albümde Ahmed Arif’in Fikret Kızılok tarafından bestelenen dizelerini de yorumluyorsun. Sana bu şiiri ve şarkıyı tekrar yorumlatan ne oldu? Bir de seni en çok etkileyen şiir – müzik birliktelikleri neler oldu şimdiye kadar?

Zor bir soru bu. Biz Y kuşağı olarak “multitasking” bir kuşağız, çok işi birden yapmak zorunda hissediyoruz. O yüzden sanatın farklı disiplinlerinin birbirine dokunması bana çok uzak bir şey değil. Bilakis beni çok heyecanlandırıyor. Bu yüzden müzik haricinde illüstrasyon da yapıyorum, şiirle de uğraşıyorum… Büyük ustaların ve sevdiğimiz, saygı duyduğumuz isimlerin zamanında ortaya çıkardıkları bu birliktelikleri de yeni nesle taşımak bizim görevimiz diye düşünüyorum.

“Vurulmuşum” müthiş bir parça, harika bir beste. Sözler için zaten bir şey demeye gerek yok… Ahmed Arif. Harika bir şair. Ama böyle bir parçanın bile kendiliğinden benden sonraki nesle taşınabileceğini düşünmüyorum, çünkü maalesef konu sanat olduğu zaman o kadar araştırmacı insanlar değiliz. Birinin çıkıp da, “Bakın böyle şeyler de vardı,” diye göstermesi gerekiyor. Ben de bunu yapmak istedim, “Bakın bunlar güzeldi, buradan devam edelim,” demeye çalıştım.

Beni etkileyen işlere gelirse… Farklı sanatların birleştiği ve ilgimi çeken, beni etkileyen çok iş var. Ama sıralama yapmayı, liste yapmayı falan hiç beceremem. O yüzden, bilemedim, isim vermeyeyim. Hem kimi söylesem eksik kalacak. Bu tarz sorular çok geliyor, işte, “Ne dinliyorsun?” diyorlar… Sadece bende mi oluyor bilmiyorum ama hiç cevap veremiyorum bunlara! Çünkü her şeyi dinliyorum ve dinlediklerim durmadan değişiyor. Zaten öyle olması gerekmiyor mu?

Haklısın. Ama mesela şarkı sözlerine bakınca İkinci Yeni şiirinin etkisi açıkça görünüyor.

Tabii, aklımdan hiç çıkmayan, beni her daim etkileyen sanatçılar, yazarlar ve işler var. İkinci Yeni şiiri de bunlardan biri. En sevdiğim şair kimdir söyleyemem ama “En sevdiğin edebiyat akımı nedir?” diye sorarsan İkinci Yeni’yi söylerim. Kendime yakın buluyorum, çünkü bizim meşaleyi devralabileceğimiz yegâne sanat akımı o.

2017 yılında şiirin resmi bir dili yokken şiir yazmak için dil uydurmak sözkonusu aslında. Bu, İkinci Yeni’deki o rastlantısallığın bir tezahürü. Dilin hiçbir sınırının olmaması bize çok büyük bir alan sağlıyor. Her şeyi söyleyebiliyorsunuz. Bu da küçük bir çocuğu lunaparka koymuşsun mutluluğu veriyor bana.

Ne güzel benzetme! Şiire daldık ama şimdi albüme dönelim. Klip çalışması da var, ondan bahseder misin biraz da?

Hasan Kuyucu çekti klibi, “Kal Bugün” şarkısına. Hasan hocayla ilk defa çalıştık ama daha önceki işlerini biliyorum, zaten ilgiyle takip ediyordum. Çok iyi bir yönetmen. İçimize sinen bir iş oldu, en önemlisi de bu.

Kimi müzisyenler sahneye çıkmayı hiç sevmez. Sen sahneyi mi daha çok seviyorsun, stüdyoyu mu?

Evet ya, Orhan Gencebay hiç konser vermiyor mesela ve ben bunu çok yeni öğrendim. Ama bir dolu albümü var. Üretmek en keyif vereni tabii ki, ama öte yandan bu şarkıları insanlarla paylaşmak için üretiyoruz. Sahneye çıkmak, albümü hazırlarkenki o uzun ve yorucu çalışmanın ödülü gibi oluyor. Pek ayıramam yani bunları. Çünkü ben söz ve müziğini kendi yapan bir adamım, o yüzden, “Biri benim yerime çalışsın, ben sahneye çıkarım,” diyemem. Bu benim isteyeceğim bir şey değil. İkisinin çok farklı tatminkârlığı var, ikisini de çok seviyorum.

Biraz da müzik âlemimizi konuşalım.

Alternatif müzik ne kadar güzel bir yerde şu an, öyle değil mi? Müthiş bir zenginlik var, çok seviniyorum. İlgi de çok arttı. İlk iki albümü indie olarak* çıkarmıştık, çünkü indie olarak çıkarmamamız sözkonusu değildi. Bir plak şirketine gideceğiz de, “Bakın böyle bir şey yaptık,” falan diyeceğiz, albümü vereceğiz… “Bu ne?” derlerdi, zaten dediler de. (Gülüyor) Şimdi çılgınlık var resmen: Bir dolu alternatif müzik grubu çıkıyor, inanılmaz bir üretim var, herkes birbirini destekliyor… Böyle, aramızda kardeşlik var gibi. Konserler de çok ilgi çekiyor.

Popülerleştikçe, alternatif müzik ana akıma yaklaştıkça üretiminin etkilenmesinden korkuyor musun?

Alternatif müzik ana akıma yaklaşıkça daha fazla ilgi görecek, daha fazla ilgi gördükçe ana gemi büyüyecek, kalabalıklaşacak, kalabalıklaştığı zaman prodüksiyonun büyümesi lazım… hop, bir bakmışsın popçusun! O yüzden her albümde bir değişim aramak gerekiyor. Alternatif müziğin olayı da bu. Ana akım ortada duran ve toplumun genel beğenisine hizmet eden bir müzik.

Risk almayan bir müzik.

Evet, kesinlikle. Kaygısı fazla olmayan bir müzik. Öte yandan ihtiyacımız da var ama o ayrı bir konu… Ana akım, alternatif müzikten ihtiyacı olanı alıp kendinde biriktiriyor. Şu anda ikisi çok yakınlaşmış durumda. O yüzden biz şimdi yavaş yavaş uzaklaşmalıyız buradan, yeni şeyler yapmalıyız. Yani kendimize de alternatif olacak işler yapmak durumundayız. Sürekli arayış içinde, değişim içinde olmamız gerekiyor.

Son olarak, hep sorduğum ve sormayı çok sevdiğim bir soruyla kapayalım. Diyelim, şurada Alaaddin’in cini var. “Ey Can! Dile benden bir müzik kişi, ölü ya da diri… Gelsin yanına, çalsın senle bir şarkıda!” diyor. Kim olsun?

Hayda! Sadece bir kişi mi?

Grup da olur.

Bu çok zor ya, böyle soru mu olur! (Gülüşmeler) Jim Morrison geldi aklıma ama sahneyi kapar benden. Jim Morrison çıksa beni mi izleyeceğiz şimdi! Bilemedim, The Beatles… ya da hayır, The Kinks. Yok, The Beatles. Son kararım. (Gülüşmeler)

Peki, The Beatles güzel seçim. Teşekkür ediyorum zaman ayırdığın için, yeni çalışmalarını merakla bekliyoruz!

Ben teşekkür ediyorum, herkese sevgiler.

* Büyük plak şirketlerine bağlı olmadan.

 

15.04.2017