Pazar Şarkıları #22 “Konuk: Ali Ece, bi’ daha!”
Herkese iyi pazarlar!
Bugün bir zaman makinesine atlıyoruz ve Pazar Şarkıları #6‘ya dönüp o gün konuk koltuğunda oturan Ali Ece’yi, bugünkü Pazar Şarkıları’nın da konuk koltuğuna oturtuyoruz. O gün Pink Floyd ile başlayıp Cem Karaca ile bitirmiştik. Bugünse istikamet Ada: İngiltere ve İskoçya!
Biliyorsunuz, Ada futbolu ülkemizde Ali Ece’den sorulur. Çoğunuzun bilmediği ise Ada müziğini de Ali Ece’den dinlemenin çok keyifli olduğudur! Haliyle dedik ki, madem bu hafta Birleşik Krallık seçimleri var, bu bahaneyle bir Ada yolculuğuna çıkabiliriz… Döktük plakları önümüze!
Ben lafı hiç uzatmayayım, gemimizin rotasını Manchester’a çevirelim, Ian Brown ile topa girelim. Sonra The Stone Roses ile devam edecek, ardından New Order‘a, Roxy Music‘e, Brian Eno‘ya, Primal Scream‘e varacağız. Kapanışımız ise yine New Order ile olacak.
Buyurun öyleyse Ali Ece’yle Pazar Şarkıları #22’ye…
Keyifle dinleyip okuyasınız!
Haftanın Playlist’i
Evet, Ada’daki seçimler vesilesiyle üç beş şarkılık bir Britanya turu yapıyoruz bugün. Tabii, konuk koltuğunda Ali Ece var. Buyur, Ali abi.
Benim için Britanya diye bir yer yok. İngiltere var, Galler var, İskoçya var… İskoçya’nın da önümüzdeki on yıl içinde bağımsız olup olmayacağı bu seçimlerde daha net ortaya çıkacak, önce onu söyleyeyim. Bu kötü bir şey değil. Ayrımcılık kafasıyla bakmıyorum ben. Lüksemburg, San Marino falan bağımsızsa İskoçya’nın da bağımsız olması gerekiyor. Braveheart‘ı izlemeden önce de böyle düşünüyordum.
İzledikten sonra daha mı çok düşündün?
Hayır; ama iyi ki Braveheart gibi bir film çekildi de tek başıma manyak muamelesi görmekten kurtuldum. (Gülüyor)
Şimdi, niye Ian Brown’dan “My Star” şarkısıyla başladım, ona gelelim. The Stone Roses’ın dağılması delikanlılığım döneminde yaşadığım en büyük şoklardan biriydi. Lise boyunca sürekli kasetten The Stone Roses dinliyordum, hep de aynı albümü dinliyordum. Çünkü bulması zordu o zamanlar, Murat Beşer çekmişti kasete sağ olsun.
Türkiye’de Avrupa’daki kadar popüler miydi The Stone Roses? Çünkü Avrupa’da epey popüler.
Avrupa değil sadece, dünyanın her yerinde çok popülerdi o zaman The Stone Roses. Her yerde kapaktaydı. Bizde ise değildi ama ben çok seviyordum.
Şöyle örnek vereyim: Üniversite sınavına iyi çalışsın diye motive olması için anneler babalar çocuklarına, “Kazan araba alacağım,” falan derler. Ben babama, “Beni Manchester’a, The Stone Roses konserine gönder,” demiştim. Babam da, “E iyi, tamam,” dedi. Ucuz bir şey diye düşündü arabaya marabaya göre. Halbuki onun vizesi, bileti, bilmem nesi… (Gülüyor) Ama rahmetli dedem destek olacağını söyledi, sağ olsun. Neyse, ben hakikaten uğraştım, iyi de puan aldım. İki üç okul birden kazandım ama tercihi babam yaptığı için istediğim okula ve bölüme gidemedim.
Ne istiyordun?
İletişim bölümü istiyordum ama o zaman ailem anlayamıyordu beni. Niye The Stone Roses konseri, onu da anlayamamıştı babam. Stone Roses’ı ilk duyduğunda Rolling Stones anlamıştı zaten, “Yaşlanmadı mı onlar ya?!” falan demişti. Yıl 1995’ti, 22 yıl geçti, adamlar hâlâ albüm yapıyorlar. (Gülüyor)
Konser ne oldu dersen, gidemedim. Çünkü The Stone Roses ben konserine gidemeden dağıldı.
The Stone Roses’ın yeniden bir araya gelmesi ise mükemmel bir olaydı. Çok güzel, çok düzgün biriyle evlendim. Benimle evlenme riskini alacak biri çıktı yani, bu yeteri kadar büyük bir mutluluktu. Bir hafta sonra balayında çarşıya inip turistlerin gittiği yerlerde satılan dergilerden alayım dedim. Daha çok futbol için alıyordum. Bir baktım ki İngiliz gazetelerinin düzgün olanları, zaten iki üç tane var düzgün İngiliz gazetesi, ilk sayfadan vermişler haberi: “Efsaneler geri dönüyor!” Son kırkbeşlikleri de harika. Onu da dinleyelim.
“All For One” mı “Beautiful Thing” mi?
“Beautiful Thing.” Çok güzel şarkı. Geri dönüşten sonra ilk şarkı “All For One”dı ama asıl geri dönüş ikinci şarkı “Beautiful Thing” oldu bence. Sıradaki şarkı The Stone Roses – “Beautiful Thing” diyelim.
Bu arada aklıma geldi, eşimle de Kadıköy’de bir mekânda DJ’lik yaparken Ian Brown, The Stone Roses, Joy Division, New Order döngüsüne, yani Liverpool – Manchester döngüsüne girdiğimde tanışmıştık. O zaman orada olan şimdinin bazı ünlü şarkıcıları “kısırdöngü” deyip değiştirmemi söylemişlerdi gerçi ama iyi ki değiştirmemişim, o güzel albümleri yapan iyi müzisyenler sayesinde şimdi harika bir ailem var. O gece hiç durmadan bi’ The Stone Roses, bi’ The La’s; bi The Rolling Stones, bi’ The Beatles; bi’ Suede, bir daha The Stone Roses, Oasis, bir daha The Stone Roses… Sırayla öyle gidiyordum.
The Stone Roses’a dönersek… “All For One” da fena değil ama “Beautiful Thing” harika bir şarkı. Albümü de bekliyorum. Efsane bir grup, efsane geri dönüş yaptılar. Konserlerde de daha iyi çalıyorlar. Ian Brown’un canlı vokal sorunu vardı, onu da yeni teknik imkânlarla hallettiler. Ian Brown’un o ses düzelten aletleri kullanması ayıp değil; o çok kusursuz gözüken, altınlarla falan sahneye çıkan pop şarkıcıları da o teknolojik yardım aletini kullanıyorlar sahnede de.
Ya bir de drum machine falan kullanıyorsan bunu da kullanırsın, ne var bunda? Teknolojinin zararı olmaz.
Drum machine ile canlı çalmak, davul ile canlı çalmaktan daha zor. Drum machine hiç kaçırmıyor ritmi de, gitarcı kaçırdığı zaman, synthesizercı kaçırdığı zaman bir daha yakalanmıyor o ritim. Drum machine’i iyi kullanmak, iyi tonlamak falan çok zor iş. New Order imzalı, dünyanın herhalde en çok satan indie şarkısı “Blue Monday”de drum machine nasıl kullanılır dersi var. Bir de drum machine ile beraber akustik davul da kullanıyorlar şarkıda. Hibrid yani. Bence bu çok güzel bir yöntem. Bunu da herkes yapabilir, ayıp değil. Nasıl kullandığın önemli. Gidip drum machine’i en çok satan pop şarkısında nasılmış diye düşünüp ona göre tonlar, salt ticari kafayla yaklaşırsan hoş değil. O zaman bütün şarkılar birbirine benzer tabii.
Şimdi de İngiltere’den çıkan, hiç kimseye benzemeyen bir başka grupla devam edelim: Roxy Music.
Hangi albüm?
Ne fark eder!
İlk albüm benim en sevdiğim. Ben de aldım geçende.
İlk albümü takıyorum ben de. Roxy Music’in ilk albümünden “Virginia Plain” olsun şarkımız.
Ada’dan müzikler ne zaman gerçekten popüler olmaya başladı? U2 ile. Achtung Baby (1991) çıktığı zaman bu iş Türkiye’de de popüler hale gelmeye başladı. Zooropa (1993) da acayip albüm. Yani Brian Eno’nun prodüktörlüğünü yaptığı albümler U2’nun zirvesi. Talking Heads‘de de öyle… David Bowie’yle yaptığı işleri söylemeye gerek bile yok, ıssız adaya 3 albüm götürsem biri Low (1977) olur kafadan. Sonra yaptığı solo albümlere bakıyorsun, onlar da harika. İşte o adam, Brian Eno, Roxy Music’le başlıyor!
Geçenlerde Moda Sahnesi’nin üst katında oturuyordum, çocuğu tiyatroya götürmüştük, bir ben vardım, bi’ de bir teyze. Teyze dedi ki: “Rica etsem müziği biraz kısar mısınız?” Ben de dedim ki: “Efendim, rica etsem müziği kısmasak olur mu?” O da, “Neden beyefendi?” diye sordu. “Yıllardır bunun benim odam dışında bir yerde çalmasını bekliyorum,” deyince şaşırdı. Neyi çok sevdiğini sordum, resim sanatını çok seviyormuş. Kimleri sevdiğini de sordum, kadıncağız saydı birkaç tane, işte Jackson Pollock, Manet falan. Ben de bir yerden yakaladım, “Heh!” dedim, “İşte bu grup da müziğin o öncü ressamları gibi.” Teyze de, “Peki o zaman evladım, ben bilmiyordum,” dedi. Dinlemeye devam ettik. İşte o çalan şarkı, Roxy Music’in “Virginia Plain”iydi.
Çok şeyi değiştiriyor Roxy Music. Siouxsie & The Banshees’den Duran Duran’a, 80’lerin bütün o post-punk ve new-wave gruplarını çok etkilemiş. “Virgina Plain”in olayı ise şu: Şarkının korosu yok. Nakaratı yok yani. O klasik rock şarkısı formülündeki ezberi bozuyor. Zaten gitarist Phil Manzanera da, “Kayda girdiğimizde ben şarkıyı bilmiyordum bile, ilk duyduğumu kafamda çaldım, eşlik ettim ve ilk seferde kaydettim hepsini,” diyor. Brian Eno, Phil Manzanera’nın gitarlarıyla bir mikserin önünde synthesizer’a da bağlayarak oynuyor, sonra kendi de kısa bir şey çalıyor. Stüdyonun da altıncı bir enstrümantalist gibi albümlere katılabileceğini dünyaya en fazla kanıtlayan kişidir Brian Eno. O açıdan da çok değerli. Roxy Music’in ilk iki albümünde de var bu. Bütün albümleri çok güzel bence ama Brian Eno en çok üçüncü albümü beğeniyormuş, “Benim olmadığım ilk albüm, adamlar rahata erdi,” diyor.
Trainspotting (1996)’de Mark Renton’ın tuvalette pahalı mide haplarını düşürüp geri almak için içine daldığı gerçeküstücü sahne var ya, orada çalan huzur verici şarkı da Brian Eno sololarından “Deep Blue Day”. Gerçekten mükemmel bir şarkı. Ambient’ın güzelliği orada işte.
En sevdiğin Brian Eno albümü hangisi?
İlki: Here Comes The Warm Jets (1974). Genelde en sevdiğim grupların en sevdiğim albümleri hep ilk albümleri, The Beatles ve The Rolling Stones hariç. Bir de Siouxsie & The Banshees’in de ilk albümü değil en sevdiğim albümü. İşte, The Stone Roses – The Stone Roses (1989), Roxy Music – Roxy Music (1972), Joy Division – Unknown Pleasures (1979), The Jesus & Mary Chain – Psychocandy (1985), Suede’in ilk albümü, Sisters of Mercy’nin “First and Last and Always”i, Inspiral Carpets’ın ilk albümü… Pulp’ın da ilk albümü değil bak en sevdiğim, bir tane daha çıktı.
Zor sorayım: The Stooges’ın ilk albümü mü yoksa Fun House (1970) mu?
Hepsi. Zaten sonradan yaptıkları albümleri saymazsak üç albümleri var hepi topu. The Stooges, ABD’li diye söylemedim ama.
İngiliz prodüktörler çok uyanıktır bu arada. ABD’ye o zaman marjinal gelen şeyleri alıp İngiltere’ye taşırlar, “Bize uyar,” deyip. David Bowie de örneğin ABD’ye gidip The Stooges’ı görüyor, o zamana kadar folk müzik yaparken Iggy Pop’tan etkilenip Ziggy Stardust karakterini ortaya çıkarıyor. İlk ilham kaynağı o. Tabii ki çok büyük besteci David Bowie, o ayrı. Sonradan neredeyse bir ayağı çukurdaki Iggy Pop’u da ayağa kaldıran da David Bowie %51 oranda. Iggy Pop’un en iyi solo albümleri David Bowie’yle yaptıkları albümler. David Bowie’nin Robert Fripp’le çalışması, Fripp’in Brian Eno’yla çalışması… Bunlar da çok güzel şeyler. David Bowie’nin Brian Eno’yla yaptığı Heroes (1977) albümündeki gitarları Robert Fripp çalıyor. Fripp de King Crimson’dan.
O yüzden, müziği satmak için kullanılan terimlere çok bağlı kalmamak lazım. Ben “Pink Floyd’dan Nefret Ediyorum” yazılı tişört giyen John Lydon’ın solistliğini yaptığı Sex Pistols’ı da çok seviyorum, Pink Floyd’u da. Ha, bir dönemden sonraki bazı Pink Floyd albümleri bana da çok sıradan geliyor. O büyük müzisyenlere yakıştıramıyorum yani. Ha, adamlar David Gilmour, Roger Waters falan… Kim takar Ali Ece’yi! Ben de takmam yani. (Gülüyor) Ama sonuçta John Lydon sevmiyor diye “Echoes” gibi bir eseri, The Piper at The Gates of Dawn (1967) gibi efsane bir albümü falan yok saymak bence olmaz. John Lydon 1970’ler İngiltere’sinde o lükse sahip olabilir ama biz burada değiliz.
Punkçıların o “Pink Floyd’dan nefret ediyoruz”, “The Rolling Stones kendisini sattı,” falan lafları avangard bir çıkış tabii biraz da.
E biraz satış var gerçekten, yok mu yani? (Gülüyor) O kadar uzun zaman zirvede kalarak müzik yapıyorsan, en çok sen satıyorsan belli konularda taviz vermemen imkânsız.
Sex Pistols da gitti sonra dünyanın en büyük plak şirketi EMI’yla anlaştı ama… Anlaşmayacaksın o zaman.
Ona bakarsan The Clash de büyük şirketle anlaştı ama o sayede milyonlara ulaştı. Ayrıca The Clash dağıldıktan yaklaşık dört sene sonra müzik yaptığı dönemden daha fazla albümü sattı, çünkü “Should I Stay Or Should I Go?” bir kot firmasının reklamında kullanıldı. Ben de o reklamdan öğrendim The Clash’i. O kot firması olmasaydı 12-13 yaşında The Clash’i öğrenmeme imkân yoktu. Bak, hâlâ The Clash dinliyorum ama o kotu giymiyorum artık! (Gülüyor)
Bir de bu “Virginia Plain” şarkısının eğlenceli bir hikâyesi var, onu da dinleyelim senden.
Roxy Music kapaklarında genelde kadın resimleri falan oluyor. Elemanların hepsi sanat okulundan mezun oldukları için yaptıkları müziğin marjinallik oranı o dönem yüksek geliyor, bayağı art-rock diye geçiyor, sanat-rock yani. Bu durumla çelişkili olsun diye kapaklara eski sinema yıldızlarını koyuyorlar. Ben de “Virginia Plain”i bu albümün kapağındaki kadın sanıyordum. Halbuki sigara kutusunun adıymış! (Gülüyor)
Niye onu koymuşlar bilmiyorum ama zaten bu art-rock dedikleri işte, çağrışımlar falan önemli rol oynar. Beat yazarlarının cut-up tekniği vardır, o da kullanılıyor ve bunu da en iyi David Bowie kullanıyor bir süre. Tabii Roxy Music, David Bowie, T.Rex falan aynı anda çıkıyorlar ve hepsine glam diyorlar ama ben giydikleri elbiseler dışında neyin glam olduğunu hâlâ anlamış değilim. Bowie’nin sadece bir albümü T.Rex’in müziğine benziyor, o da The Rise and Fall of Ziggy Stardust and The Spiders from Mars (1972) ama T.Rex’in bütün albümleri birbirine yakın müzikler.
Oasis’in bir şarkısı için Noel Gallagher’a, “Kardeşim sen T.Rex’in şarkısındaki riff’i kullanmışsın ama!” diyorlar. Noel Gallagher da, “Hayır, T.Rex benden alıp kullanmış,” diyor, T.Rex’in şarkı yazarı Marc Bolan öleli epey zaman olduktan sonra tabii. (Gülüyor) Çok genç yaşta bir araba kazasında hayatını kaybetmişti Marc Bolan. Bana o riff’in özü de bariz Chuck Berry işi gibi geliyor.
Bowie’nin de arkadaşıydı Marc Bolan. Bowie’nin “The Prettiest Star” teklisinde gitar çalmış, Bowie’nin meşhur “Lady Stardust” şarkısı da Marc Bolan’dan mülhem.
Sanırım arabayı kullanan kadın da evleneceği kadındı. Marc Bolan’ın araba kullanma korkusu olduğu için arabayı başkasına kullandırtıyor ama başkasının kullandığı arabada ölüyor. Soft Cell grubunun meşhur “Tainted Love” parçası da Marc Bolan’ın çocuğunun annesini Gloria Jones’un şarkısı aslında, ilk o yapıyor 60’larda. Bir soul şarkısı. Ama Soft Cell’de Mark Almond hakikaten mükemmel yorumluyor şarkıyı.
Nereden aklına geldi dersen; Marc Almond liseye giderken koltuğunun altında Syd Barrett ve T.Rex plaklarıyla dolaşan bir marjinalmiş. Marc Almond’ın en ünlü şarkısının “She Took My Soul In Istanbul” olması ve İstanbul’da yaşadığı aşkı yazması da enteresandır. En çok satan albümü The Stars We Are (1988)’ın arka kapağında da Süleymaniye Camisi var. Benim de editörlüğünü yaptığım ilk kitap Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı kitabıdır. (Gülüyor)
Sunay Akın gibi her şeyi birbirine bağladın!
Sunay abi başarılı birisi, aşmış birisi. Benimki bir delinin çağrışımları gibi gidiyor… (Gülüyor)
Joe Strummer da Ankara doğumlu…
Bauhaus’un solisti Peter Murphy de Ankara’da yaşıyor, eşi Beyhan hanım dünyaca ünlü bir modern dans ustamız.
Düşünsene, belki de pusetinde bir Ankara pavyonunun önünden geçerken Ankara müzikleri dinledi Joe Strummer.
Şimdiki versiyonlarını bilmem ama bağlamaya phaser takılıp çalınan o hakiki Ankara müziklerindeki groove, Sandinista! (1980) albümünde ya da London Calling (1979)’in ikinci yüzünde The Clash’in funk yapmayı denediği şarkılarda var.
İlk albümden sonra hep yapmayı deniyorlar zaten ufak ufak.
Evet, ilk albümde de aslında reggae var biraz. “White Man In Hammersmith Palais” çok başarılı bir reggae ve punk birleşimi örneğin. Onun nedeni Londra’nın kozmopolit yapısı. Londra’da terör saldırısı oldu, ama Londra belediye başkanı Sadiq Khan Pakistanlı bir şoförün oğlu, bir göçmen işte. Asıl sorun göçmenler değil, asıl sorun İngiltere devletini yönetenlerin başka devletlerle girdikleri çarpık ilişkiler. Terörün ardında bu var. Teröristler silah kullanıyorlar, o silahları da birilerinden alıyorlar. Sorun burada. The Clash de onu anlatmaya çalışıyordu. Çok iyi bir albümün ardından skandal derecede kötü albüm yapabilse de her zaman çok sevdiğim İskoç grup Primal Scream, Vanishing Point (1997) albümündeki “Star” şarkısında o çelişkiyi çok güzel anlatıyordu: “Birinin özgürlük savaşçısı, bir başkasının teröristi.”*
Sıradaki şarkı da Primal Scream’den mi olacak o zaman?
Primal Scream’den olursa Primal Scream gibi başımız belaya girmesin. (Gülüyor) Grubun solisti Bobby Gillespie, “Fakirliği Tarihe Gömelim” başlıklı bir konserde çıkıp, “Yalnız bazı devletler var, onlar fakirliği devam ettirmek için uğraşıyorlar,” diyor. Bir de üstüne oradaki “Fakirliği” sözcüğünü silip “İsrail” yazıyor. İsrail vatandaşlarını ya da Musevileri değil kesinlikle, İsrail devletinin yaptığı mezalimleri kastediyor. Hemen İngiltere’deki belli kişiler adamı Yahudi düşmanı bir Nazi olmakla itham ediyor. Halbuki adamın dedesi II. Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından öldürülmüş…
Bütün müzisyenlerden Bobby Gillespie’nin tavrı bekleyemeyiz, herkesin kendi hayatı var. Ama birileri arada böyle şeyler yapınca insanın morali düzeliyor biraz. Primal Scream’in XTRMNTR (2000) albümünde de Körfez Savaşı dönemindeki ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright ile ilgili “Swastika Eyes” diye şarkı vardı. Gerçekten de bugün Ortadoğu’daki tüm bu karmaşa, çocuk ölümleri, katliamlar aslında o zaman başlayan bir şey. Sonra, madem Ada’yı konuşuyoruz, Tony Blair vakası… Adında “İşçi” olan partinin lideri nasıl George Bush’la hareket edip Irak Savaşı’nı başlatır? Nasıl insanları bombalar, çoluk çocuğun ölümüne sebep olur? Daha sonra da o çoluk çocuktan hayatta kalanlar ne olur? İşte bütün çelişki burada diyelim, müziğe dönelim.
Madem New Order tişörtüyle gelmişsin, o zaman New Order’ın son albümü Music Complete (2015)’ten “People On The High Line” şarkısını çalalım. Dünya tarihinde herhalde lideri, solisti, yüzü, ikonu öldükten sonra aynı derecede başarılı olabilen ikinci bir grup yoktur. Jim Morrison ölüyor, The Doors bir şeyler yapmayı denese de aynı etkiyi bırakmıyor. Queen, başka solistlerle çalışıyor, hepsi çok önemli şarkıcılar ama Freddie Mercury’nin yerini dolduramıyorlar tabii. Joy Division ise çıkardığı müthiş iki albümle Manchester’ı müzik haritasına geri döndürüyor ama Ian Curtis ikinci albümün ardından çok genç yaşta intihar edip ölüyor. Herkes ne yapacaklarını merak ederken New Order adını alıyorlar ve aynı müzik felsefesiyle, indie (bağımsız) müzik kafasıyla, ama Ian Curtis’in vokalini taklit etmeye çalışmadan yeni arayışlara giriyorlar. Daha sonra dünyanın en fazla satan 7 inç plağını yapıyorlar: “Blue Monday.” “Blue Monday” ilk yayınlandığında her satışında 1 pound zarar ediyor, bu da indie’nin özetidir. (Gülüyor)
Ben 1995 yılında bir rüya görmüştüm: New Order’da Bernard Sumner sahnede gitar çalmaktan sıkılıyor ve, “Genç bir gitarcı alalım,” diyor. Beni alıyorlar. Daha sonra annem uyandırınca çok üzülmüştüm, çok güzel rüyaydı. (Gülüyor) Bir kere de rüyamda New Order’ın CD’sini aldığımı görmüştüm, ertesi gün gerçekten aldım, sonraki bir hafta boyunca da yumurta kırdım. O zamanlar CD’ler çok pahalıydı tabii… (Gülüyor)
Music Complete plağını da Lizbon’dan, ucuza aldım. Benfica – Beşiktaş maçına gitmiştim. Maçı çok güzel anlatan sevgili arkadaşımız Erkut’un karnı acıktı, bir restorana girdik. Baktım, restoranın hemen yanında plaklar duruyor. Bu plağı görünce fiyatını sordum, adam 10 Euro deyince hemen aldım! Sonra Türkiye’de gördüm aynı plağı, birkaç tane gelmişti zaten, 100 kusür lira istiyorlardı. Normal ama; çünkü bu plak yurtdışından gelirken gümrük mümrük derken fiyat artıyor ister istemez.
New Order gene çok güzel şarkı yapmış bence. Bu albümden yayınladıkları kırkbeşlik “Tutti Frutti”ydi, “Uzun zamandır yaptıkları en güzel şarkı,” diye twit atmıştı Suede’in basçısı Mat Osman. Çok iyi basçıdır o da. Bizden zaten, Osman işte. Ay’a da gidelim Osman!** (Gülüyor) İngiltere’de epey Osman var, çoğu KKTC kökenlidir. Leon Osman vardı ya Everton’da. Güzel isim Osman. Çok Osman tanıdım, kötü Osman tanımadım.
Sizin Ay’a Da Gidelim Osman‘ın isim babası kim?
Asaf (Zeki Yüksel) abinin köpeği Osman! (Gülüyor) Kapakta da var ya fotoğrafı. Rahmetli oldu o da, Allah rahmet eylesin. Çok enteresan biriydi Osman. Mesela milli takımın maçını izliyorduk, spiker her İbrahim Üzülmez dediğinde Osman sol patisini yere vuruyordu. Arda’ya geliyordu vurmuyordu, Uğur Boral’a geliyordu vurmuyordu, İbrahim Üzülmez’e gelince vuruyordu. (Gülüyor)
New Order’a dönersek… New Order’dakiler de en başta Asaf abi gibi çalmayı beceremiyorlar. Ama Asaf abiden farklı olarak çalmak için uğraşıyorlar. Örneğin, Peter Hook basgitarı alt tellerden, tizden çalmaya başlıyor. O fikir de şöyle çıkıyor ortaya: Joy Division zamanında gitarist Bernard Sumner sürekli peslerden beşli akorları çaldığı için basa yer kalmıyor frekans olarak. Peter Hook da alt frekanslardan çalmaya başlıyor. “She’s Lost Control” şarkısında çok güzel duyarız o frekansları. Daha sonra, New Order’da, basgitar artık melodi enstrümanı gibi oluyor. Çünkü New Order’da gitarı daha az kullanıyorlar.
Şöyle bitirelim: New Order hâlâ çok güzel müzik yapıyor. New Order’ın yolunu izleyen birçok genç grup da güzel müzik yapıyor. New Order ekibi de sürekli gençleştiriyor. Adamlar sırf Ian Curtis’in ölümünün altından kalkmayı başarmakla kalmadılar, Peter Hook’un gruptan ayrılmasını da bir şekilde atlattılar. İnternet çağına da ayak uydurdular. Ama hâlâ zarar etmeyi başarıyorlar! (Gülüyor) İyi ki varlar, çok güzeller!